Kategoriler
Edebiyat

Dan Brown – Başlangıç (Origin) Kitabında Geçen Mekanlar ve Eserler

Öncelikle çok önemli bir uyarıda bulunmak istiyorum, kitabı okuduysanız ya da okumayı hiç düşünmüyorsanız bu içeriğe göz atın. Olabildiğince spoiler vermemeye dikkat ettimse de gözümden kaçan bir şeyler olabileceğini düşünüyorum. Dan Brown’ı bilirsiniz, kitaplarında hep insanı mekanlardan mekanlara savuran, insanı hayal aleminde dünya seyahatine çıkaran eşsiz bir yazardır. Kitabı okurken hep acaba nasıl bir yerde geçiyor, nasıl bir ortam diye merak eder dururdum. Aklıma bu mekan ve eserleri not edip, blog olarak paylaşmak geldi. Umarım gelecekte birilerinin işine yarar. Şimdi sizi Dan Brown sayesinde küçük bir yolculuğa çıkaracağım.

 

Montserrat Manastırı

Kitabın açılışında geçen ilk yer burası. Edmond Kirsch büyük keşfini üç din adamına duyurmak için burayı tercih ediyor. Zira gözlerden olabildiğince uzak ve birilerinin onu takip etme ihtimali oldukça azdı.

Montserrat a vista de Drone from Joan Lesan on Vimeo.

Campbell’s Soup Cans

Campbell’in Çorba Kutuları olarak anılan, Andy Warhol’un adına sanat dediği, pop kültürünü başlatan ilk eser olarak tanınır. Andy Warhol ile isim benzerliğimizi babamın sanata olan ilgisinden kaynaklandığını öne sürüp az ekmeğini yemedim aslında eheh :) Öyleyiz işte, çorba kutusundan sanat, isim benzerliğinde sanatseverlik çıkarırız. Kitapta Robert Langdon’ın bu eserden etkilendiğinden bahsediliyordu.

Andy Warhol soup cans

Louise Bourgeois – Maman

Yöneticiliğini Ambra Vidal’in yaptığı Guggenheim Müzesi’nde yer alan bir Louise Bourgeois eseridir. Louise Bourgeois sıradışı bir kadın, çocukluğu acı içinde geçmiş ve bu acıyı bir şekilde eserlerine de yansıtmıştır. İngiliz bakıcısı için şu sözleri sarfetmesi insanı biraz kederlendirir. “ben, beni sevmesini istemiştim o gitti babamı sevdi.” Aşağıya eklediğim portresi Robert Mapplethorpe’a ait, kendisini Patti Smith’in Çoluk Çocuk kitabından tanıyanlarınız vardır, daldan dala atlıyorum. Yalnız o kitabı aşırı sevmiştim, sayesinde Amerikan Beat Edebiyatına merak salmış, kendimi kitaplardan kitaplara vurmuştum, bahsetmeden geçemeyeceğim.

Louise Bourgeois
Louise Bourgeois

Guggenheim Müzesi

Bilbao’da Nervion Nehri kıyısında yer alan ve 11.000 m² alana yayılmış bu devasa müze bana rahatsız edici bir asimetride geldi yalnız Pritzker Ödülü sahibi mimar Frank Gehry tarafından tasarlanmış. Söz söylemek ayıp olur, adam ödüllü mödüllü biri. Yapımı 1997 yılında bitmiş, yani 20 yaşını doldurmuş, ilk başta maksimum 600.000 kişi gelir diye düşünülürken, yıllık ziyaretçisi 1.000.000’un altına hiç düşmemiş. Kitabı okuyanların bileceği gibi, olay burada başlıyor, Edmond Kirsch dünyayı değiştirecek buluşunu burada tüm dünyaya açıklamak istiyor ve daha fazlası spoiler olmasın diye olaylar gelişiyor diye bitireyim.

Guggenheim Bilbao

Fujiko Nakaya – Fog Sculpture

1998 yılında Fujiko Nakaya tarafından oluşturulan bu eserden bir bok anlamadığımı utanarak ifade etmekle birlikte, modern sanat severlerin bu eseri sevebilmem için bana açıklama yapmalarını canı gönülden dilerim. Robert Langdon’da eserden bir halt anlamamıştı zaten. Ne kadar da benziyoruz birbirimize, inanılır gibi değil. :) Delikli borular döşettirip, gölete sis püskürtürken verdiği çaba sadece tesisatçılara yapacağı ödemeden ileri gitmiyor ama sanatçı ve sanat eseri ortaya çıkıyor. Elinde çekiç ve keski ile heykel yapan sanatçılar mezarlarında ters dönmüş olsa da bunun da adı sanat ne yazık ki.

fujiko nakaya - the fog sculpture

Jenny Holzer – Installation for Bilbao

Jenny Holzer tarafından yapılan bu LED eser, ki kadın hep böyle şeyler yapıyormuş, rahatsız edici metinleri insanların görebileceği yerlerde paylaşma şeklinde bir sanat anlayışı varmış. 12 metre uzunluğunda 9 adet elektronik panodan oluşuyor. AIDS’in verdiği hasar ile ilgili metinler yer alıyor ve bunlar Bask dili, İspanyolca, İngilizce olarak sürekli hareket ediyor. Metin ise şu sözlerden oluşuyor.

I walk in
I watch you
I scan you
I wait for you
I tickle you
I tease you

I search you
I breath you
I speak
I smile
I touch your hair
You are the one who did this to me
You are my own
You are part of me

I show you
I feel you
I ask you
I won´t ask you
I don’t wait

I lie

I’m crying hard
There was blood
No one told me
No one knew
My mother knows

I forget your name

I don´t think
I bury my head
I bury your head
I bury you

My fever
My skin
I can´t breath
I can´t eat
I can´t walk

I’m losing time
I’m losing ground
I can´t stand it

I cry
I cry out
I bite
I bite your lip
I breath you breath
I pulse
I pray
I pray aloud
I smell you on my skin
I say the word
I say your name
I cover you

I shelter you
I walk away from you
I sleep beside you
I smell you on my clothes
I save your clothes

Dohany Caddesi Sinagogu

Avrupa’nın en büyük sinagogu ünvanına sahipmiş. Görüntüsü bana biraz bizim taş medreseleri anımsattı. Bu stili anımsatması hiç yabancılanacak bir eleştiri değil çünkü Yahudilerin kendilerine has bir tasarım anlayışlarının olmadığı, daha çok Araplardan esinlendiklerini Viyanalı mimar Ludwig Förster de söylemiş. Sonra antisemitizm filan şey olmasın. Sinagog, ilk ibadetine 1859 yılında ev sahipliği yapmış yalnız, o günden bu yana başından geçmeyen kalmamış. 1939’da bombalanmış, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından ahır olarak kullanılmış, sayısız badire atlatmış ancak hala dimdik ayakta duruyor. Yahudilerin büyük önem atfettiği, ki öyle olması gerekiyor, Theodor Herlz’in doğduğu evde ise Yahudi Müzesi yer almaktaymış. Yaaa, aklınıza Budapeşte denince Grand Budapest Hotel geliyor ama neler neler varmış içinde.

Yves Klein – Leap Into The Void

Ha bak bu cidden enteresan bir adam. Gidip tek nota basıp, 20 dakikalık sessizlik senfonisi oluşturup bunu sanat olarak sunan biri. Ben yapsam ya bi s.. git dersiniz, iv klayn yapınca sanat oluyor. Hey yavrum hey. Yalnız bu abi literatüre Klein Blue olarak geçen rengi icat etmiş ve tescil ettirmiş. Adamın patentli bir rengi var, monochrome yani tek renk ile resimler yapıyor. Tek renk derken, o rengin tonlarını kullanıyor, Klein Mavisi de bu şekilde ortaya çıkıyor. Leap Into The Void’da neyi ifade ettiğini ben anlayamadım, sanırım özgürlüğü ifade ediyor.

 

Richard Serra – The Matter Of Time

İkitelli Sanayi Sitesi’nde ustaların daha güzel şeyler ortaya çıkarabileceğini inandığım modern sanat eseri. Edmond Kirsch ile Robert Langon sunum öncesi burada konuşmuşlardı.

Catedral de la Almudena

İspanya Diyanet İşleri Bakanlığı gibi bir görevi olan Başpiskoposluğun mekanı imiş. 1993 yılında Papa 2. Jean Paul tarafından kutsanarak ibadete açılmış.

Head on

Cai Guo-Qiang tarafından yapılan bu eser 99 adet kurdun bir duvara toslayışını anlatıyor. Sürü psikolojisini ifade ettiğini düşünmekteyim.

Cody Wilson – Liberator

Bu zıkkımla daha önce reddit’te karşılaşmıştım. 3 boyutlu yazıcılardan çıktı alınarak yapılabilen bu salakça alet ile insan öldürmenin de mümkün olduğunu Dan Brown sayesinde öğrenmiş olduk. Hayır, biz 3D printer ile protez organ yapımıyla umutlanırken kötülük de boş durmuyor. Ne yazık ki…

Palacio Real – Kraliyet Sarayı

1735 yılında yapılmış, cidden enfes görünüyor. 135,000 m alana yayılmış durumda. Kitapta anlatıldığına göre Kral pek buralarda ikamet etmemekteymiş.

 

 

Palacio de la Zarzuela

Hiç de bir krala yakışır bir yanı yok. Yani sen koskoca kralsın, bizim evden hallice bir yerde yaşıyorsun, inanılır gibi değil. Ne demişler!!! İtibarın tasarrufu olamaz!!! Sen niye tasarruf ediyorsun yahu, ne gereği var? Bu arada prens Felipe kitaptaki prens Julian tanımına oldukça uyuyor.

Corrado Giaquinto – Religion Protected by Spain

1750’lerde Corrado Giaquinto tarafından yapılmış bu eser.

Reina Sofia Modern Sanat Müzesi

Parc Güell

Casa Mila

En üst kata iyi bakın, orada bir dahi yaşadı… :( Edmond Kirsch.

 

La Basilica de la Sagrada Familia

Gaudi’nin ölümsüz eseri, ölümünün 100. yılında hazır olacak. Şu güzelliği bir söz söylenebilir mi allasen? Akıl alır gibi değil. Bittiğinde Avrupa’nın en uzun yapısı olacak ayrıca.

The Ancient of Days

William Blake’in kitabında yer alan eser. Elinde pergelle dünyayı ölçen tanrı.

El Escorial

Sierra de Guaddarrama dağının eteklerinde kurulmuş saray, manastır, kütüphane. İspanya Kralı 2. Felipe burada yaşamış.

L’eixample

Beni fazlasıyla rahatsız eden aşırı düzenli ama çok göz tırmalayıcı şehir düzeni.

Gran Hotel Princesa Sofia

Evli evine köylü köyüne döndükten sonra Robert Langdon’ın istirahatgâhı. Bir ara Edmond Kirsch ile burada yemek yemişlikleri de var. Çünkü süper bilgisayarı iki blok ötede yer alıyor.

Chapel Torre Girona

Bizim meşhur yapay zekalı bilgisayarımız Winston’un evi. Kitabı okuduysanız Winston’un aldığı karar hakkında konuşmak isterim, yorum bırakırsanız sevinirim.

La Basilica Secreta

Şehitler Vadisi

Yapımında binlerce insanın öldüğü, faşist Franco’nun miras bıraktığı utanç anıtı.

Montjuic Tepesi Castell de Montjuic

Kategoriler
Edebiyat

Hafıza Sarayı – Loci Yöntemi

Sherlock’u izlediniz mi? Bak izlemediyseniz gerçekten çok büyük bir keyiften mahrum kalıyorsunuz demektir. Bana göre popüler diziler arasında en iyi ilk 5’in içine girmeyi kesinlikle hak ediyor. Sırf Benedict Cumberbatch’a olan sadakatimden dolayı film olan Sherlock’u izlemedim, muhtemelen de izlemeyeceğim. Dizinin tüm sezonları biter bitmez, çabuk gaza gelen mizacımdan ötürü derhal en iyi çeviriye sahip setin siparişini verdim. Bilirsiniz, kitapların en güzel yanı; zihninizde okuduğunuz kitabı adeta bir film izler gibi canlandırır, karakterleri betimlemelere göre hayal eder, mekanları az çok kafanızda yerleştirir, yönetmen koltuğuna oturup kendi filminizi çekersiniz. Öyledir yani, iyi bir yazarın romanını okuyorsanız hissettiğiniz şey budur. El emeği göz nuru filminizin kıymeti elbette daha bir fazladır, hatta önce kitabını okuyup sonra filme giden insanlar genelde diğer insanlara göre daha az beğenirler, sebebi kendi dünyalarında o filmden daha iyilerini hayal edebilmiş olmalarıdır. Her neyse, ilk önce diziyi izlememdendir diye düşünüyorum ki; (övünmek gibi olmasın ben de herkes gibi kendi iç dünyamda bir Stanley Kubrick, bir Christopher Nolan sayılırım, kendimden başka kimse izlemediği için her yıl Oscar ödülünü kendime veriyorum) ben kendi zihnimde daha iyisini hayal edemedim. Dizi mükemmel! Enfes! Abartmıyorum! Yeter! Övmelere doyamadım!




Dizide beni en çok etkileyen şeylerden biri de Sherlock’un hafıza sarayına gidip geçmişteki minicik detayları bulup, olayları çözmek için kullanmasıydı. Gerçek olabilir mi acaba diye araştırdığımda, müspet sonuçlara ulaştım. Gerçekten böyle bir yöntem varmış, kullananlar, bu yöntemi öğrendikten sonra hayatı değişen insanlar bile varmış. Yanlış anlaşılmasın, ben öyle yoga yapıp, çakra açan tiplerden değilim, üzerinize afiyet kütük gibi biri sayılırım, zaten insan gibi çalışmıyorum, hangi ara düşeyim böyle spritüalist şeylerin peşine.

Deneyeyim yahu dedim, çünkü mantıklı geldi bana. Beyin dediğimiz yapı sinirlerden oluşuyor. Birbirine bağlı dokular filan, biz beyin dediğimizde aklımıza ilk soyut bir şey geliyor olsa da bildiğin et, sinir, kan vs. sonuçta. Kontrol edebilmek illa ki mümkündür dedim.

Hafıza Sarayı Yöntemi Nasıl Kullanılır?

Şimdi olay şu; ahir ömrünüzde gözünüz kapalı ezbere bildiğiniz bir alan muhakkak vardır. Kendi eviniz, okulunuz, ofisiniz, en kötü arabanız. Mükemmel derecede iyi bildiğiniz bir alana ihtiyacımız var. Sonrasında ise hatırlamak istediğiniz şeyleri bu çok iyi bildiğimiz yere koyuyoruz. Nasıl koyuyoruz? Hayal ediyoruz. Hayalinizde odanızdan içeri giriyorsunuz, kapının sağında duvar var, sol tarafta masa, onun ötesinde kitaplık duruyor, masanın çekmecesini açıyorsunuz, oraya üzeride 19 Ağustos 1989 yazılı bir pasta dilimi koyuyorsunuz ve çekmeceyi kapatıyorsunuz. Anlatabildim mi bilmiyorum. Zihninizde dolaşabileceğiniz bu çok iyi bildiğiniz alana ilgili bilgiyi bırakıyorsunuz. Eğer hatırlamak isterseniz yeniden odadan içeri giriyorsunuz ve çekmeceyi açıyorsunuz. Pasta orada duruyor, üzerinde 19 Ağustos 1989 yazıyor. Ne bu? Tuğçe’nin doğum günü.

Mevzu böyle bir şey, biraz yoğunlaşırsanız kesinlikle başarabilirsiniz. Çünkü ben başardım ama öyle aptal saptal bir şeyi attım ki hafızama, sıçayım böyle belleğin içine dedim! İşe yarayacak diye düşünürken, saçma sapan bir şey oldu çıktı.

Ben işten eve dönerken park yeri çok zor buluyorum, şöyle anlatayım, işten eve gelmem yol açıksa 10 dakika, park yeri bulmam 20 dakika! Öyle bir keşmekeş, ömrümden ömür alıyor lanet olay. Bir de öyle garip yerlere bırakıyorum ki arabayı, her sabah lan akşam nereye park etmiştim ben diye düşünüyorum. Hani Issız Adam filminin son sahnesinde adam önce sola gidiyor, sonra sağa gidiyor filan. Ben de komşulara aynı garip sahneyi izletiyorum. :) Bir sola bakıyorum, marketin önünde miydi ya acaba, yok dur sağlık ocağının orada olabilir belki, ya aşağı mı bırakmıştım acaba filan derken çıldırıp otabanda koşarak işe gidesim geliyor.

Ne yaptım? Hafıza Sarayı hakkında araştırma yaptığım gece, yahu neyi hatırlasam iyi olur diye düşünüp “arabayı bıraktığım yer” cevabını buldum. O gece arabayı börekçinin önüne bırakmıştım. Şimdilerde olmayan ama eskiden uzun bir süre odamda yer kaplayan bilgisayar masamın çekmecesine küt(kürt, sade artık her neyse börek milliyetçiliği yapmaya gerek yok) böreği ve arabanın anahtarını koydum. Sonra odadan çıktım, tekrar girdim, çekmeceyi açtım, börek ve anahtar oradaydı. Geceden o kadar çok düşündüğüm için sabah arabanın yerini bulmakta hiç zorlanmadım. Hafıza sarayına ihtiyaç kalmadı yani, yalnız sistem çalışıyor onu görmüş oldum!

Ben arabanın börekçinin önünde olduğunu 1 aydır hatırlıyorum, ve salak gibi arabanın yerini her hatırlamadığımda neredeydi diye düşünüp, alıp başımı börekçiye doğruuuuu uzuuuun uzun yürüyüşler gerçekleştiriyorum. gsdfgşd Ahhaa şaka, yalnız araba neredeydi diye düşündüğümde aklıma ilk börekçi geliyor. Bu lanet bilgiyi silemiyorum. Ne zaman börekçiyi görsem çekmece geliyor aklıma asdafd

Siz tabi benim gibi saçma sapan bir deneme yerine faydalı şeyler için bu yöntemi kullanın derim. Eğer sarayınızdan bir şeylerin silinebilmesi hakkında bilgi edinirseniz, benimle de paylaşmayı ihmal etmeyin. :)

Bu arada benimki aşırı basit bir denemeydi. Çok iyi kurgulanmış bir arşivleme sistemiyle hafızasına tapılacak bir insan haline dönüşebilirsiniz. Düşünsene koskoca bir kütüphanenin tüm raflarında ayrı ayrı kategorilendirilerek yerleştirilmiş bilgileri kullanabildiğini?

_

Ahhh Sherlock’tan o kadar bahsettim, favori sahnemi eklemezsem olmazdı. Buyursunlar.

 

Kategoriler
Edebiyat

Louis-Ferdinand Celine – Gecenin Sonuna Yolculuk

celine

Bir kere kitabı eline aldığında diyeceksin ki evet ben gerçek bir kitap okuyacağım. Ne bileyim her güzel kitabın bir havası vardır, bir ağırlığı, kalitesi. Tarif etmek gerekirse hani eskiden ekmekler daha içi dolgun olurlardı ya, hissederdin içinin doluluğunu, tok tutacağını. Şimdiki ekmekler hava kabarcıklarıyla dolu sadece. Her neyse işte Gecenin Sonuna Yolculuk tam olarak o eski zaman ekmekleri gibi.

Doymak ne kelime ama arkadaşım ya. Ben bu kitabı okumak için biraz geç kaldım, daha çok Louis-Ferdinand Celine’den etkilenen yazarları okudum ki bana ne bakış açıları kattı anlatamam. Beat edebiyatından bahsediyorum. Jack Kerouac, William Burroughs, Allen Ginsberg, Richard Brautigan etc.

Temiz bir kitap değil bu, kesinlikle pis, lanetleri üzerine bulaştıran cinsten. İşkence sonrası buzlu sularla şok etkisi yaratıyor üstelik. Çarpıcı mı diyorlar über entelektüeller? Ondan işte!

Akıcı olmasına rağmen bit(e)miyor, epey uzun aralar, aralara farklı kitaplar sokarak okumak durumunda kaldım. Ruh halinize her an uymayabiliyor çünkü. Ekşi Sözlük’de @gezen şöyle bir entry girmiş kitap hakkında.

“o yolculuğu sadece hayal edebilmek için bile, okurun bazı yollardan geçmesi gerekir: hayatınızda kaybedecek hiç bir şeyinizin kalmadığı anlar olmamışsa; ölümü bir lütuf gibi görememişseniz; kimsenin sizi gerçekten sevmediğini ve sizin de gerçekten kimseyi sevemediğinizi anlamadıysanız; aklınızda hiç bir düşünce olmadan kilometrelerce yol yürümediyseniz; ‘macera’nın ancak riskleri görmezden gelerek yaşandığını bilmiyorsanız, bu kitabı okumayın.”

Üzerine söylenecek söz olduğunu düşünmüyorum. Bay Bardamu’yu anlamak, ne hissettiğini, hangi duygulara kapıldığını, onun sorgulamalarını hissetmek için gerçekten bazı problemleri aşarak elinize bu kitabı almanız gerekiyor, karşı karşıya kalacağınız yeni problemlere hazırlıklı olun!

celine-8

Altını çizdiklerim

Gerçekten saçma olacak altını çizdiklerimi paylaşmak. Kitabı buraya aktarmam gerekebilir. :) Özellikle ilk bölümlerde savaş hakkındaki görüşleri inanılmaz!

“O, yani albayımız, o ikisinin neden ateş ettiklerini belki de biliyordu, Almanlar da belki biliyorlardı, ama ben, gerçekten, bilmiyordum. Belleğimi ne kadar sorgularsam sorgulayayım, bildiğim kadarıyla ben Almanlara hiçbir kötülük yapmamıştım. Onlara karşı hep kibar davranmıştım, pek de saygılıydım hep. Almanları biraz da tanırdım, hatta, küçükken, Hannover civarlarında onların okullarına bile gitmiştim. Dillerini konuşmuştum. O zamanlar çığırtkan, salak bir velet sürüsüydüler, kurtlarınki gibi soluk, kaypak gözleri vardı; okul çıkışında çevre ormanlarda kızlara sarkıntılık etmeye giderdik, Tatar oklarıyla tabanca da atardık, hem de bunlar için dört mark sayardık. Tatlı bira içerdik. Ama yani bunları yapmakla, gelip şimdi, üstelik önceden yanaşıp konuşmayı bile denemeden, hem de yolun tam ortasında tepemize kurşun yağdırmaya kalkmak arasında fark var, hatta fark ne kelime, uçurum var. Nereden nereye.
Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur. Bu böyle gidemezdi.
Yani şimdi bu adamların kafalarında olağanüstü bir şeyler mi olmuştu? Benim hiç, ama hiç hissetmediğim cinsten bir şeyler. Farkına varmamıştım herhalde…
Oysa benim onlara yönelik duygularım hala değişmemişti. Yine de, içimde sanki bu kabalıklarını anlamaya çalışma isteği vardı, ama her şeyden ötesi çekip gitmek isteği ağır basıyordu, kesinlikle, mutlaka, çünkü bütün bu olup bitenler bana birden korkunç bir hatanın ürünü gibi gelmişti.
İş bu hale gelince, yapacak bir şey kalmaz, en iyisi siktir olup gitmek”, diyordum, ne de olsa, kendi kendime…”

“Her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu.”

“Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus.”

“Kuru kuruya yaşamak mı dediniz, tam bir tımarhane! hayat, gözetmeni sıkıntı olan bir sınıfa benzer; zaten her dakika tepenizdedir, ne yapıp edip mutlaka çok ilginç bir şeylerle ilgileniyormuş gibi yapmalısınız; yoksa gelir başınızın etini yer. 24 saatlik basit bir zaman dilimi olmanın ötesine gidemeyen bir gün, tahammül edilemez bir şeydir. gün denen şey mutlaka upuzun ve neredeyse dayanılmaz bir zevk silsilesi olmalıdır, uzun bir çiftleşme olmalıdır gün, ister seve seve ister sike sike.”

O kadar çok ki her altını çizdiğimi burada paylaşmama gerçekten imkan yok.

9

Ne dinlemeliyim?

Yiğit Bener’in eşsiz çevirisi müziğe yer bırakmıyor. Bence sakin, tatlı klasik müzik tercih edilebilir. Bach – Çello Suitleri olabilir heralde. Kitabın fon müziği ne olabilir diye sorsanız Bach – Toccatta and Fugue (drakula müziği) derdim ama o müzikle kitap okunmaz sanıyorum. :)

Nasıl satın alabilirim?

Ben ekonomi insanıyım ve fazlasıyla sabırsızım, bu sebeple kargo ücretine ve teslimat süresine özellikle dikkat ederim kitap alırken. Şimdiye kadar neredeyse tüm online kitap siteleri kullanmış biri olarak gönül rahatlığıyla babil.com’u öneriyorum. Siparişinizin ertesi günü teslimat (babil.com’un küçük hediyesi ile birlikte) gerçekleşiyor. :)

Buradan güvenle sipariş verebilirsiniz.

Kategoriler
Edebiyat

Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk

tezer-ozlu-yasamin-ucuna-yolculuk

Çevremde bu kitabı okuyup da sevmeyen kimseyi görmedim. Hakkında neler duydum neler… Oğuz Atay’ın kadın versiyonu olduğunu, Jean-Paul Sartre’ın Bulantı kitabı kadar derin bir varoluşçuluk içerdiği, Türk edebiyatının en harika eserlerinden biri olduğunu bla bla bla.

Şahsi kanaatim; evet güzel bir kitap, süslü cümleler var, kimi yerde Tezer Özlü’nün varoluş sancılarını gerçekten hissediyorsunuz fakat anlatıldığı kadar mükemmel bir eser kesinlikle değil. Kitap; intihar ederek ölen Cesare Pavese’nin yaşadığı topraklara doğru seyahat eden Tezer Özlü’nün gezi notları tadında ilerliyor. Çeşitli ülkeler geziyor, gezdiği yerlerde bohem ruh halinden kesitler sunuyor. Bir bütünlük söz konusu değil, birbirinden kopuk anlatılar var yalnızca.

tezerözlü

Bir derinlik hissettim desem yalan olur. Hani ne bileyim, durduk yere duvarlardan duvarlara vursun beni, parça parça etsin, aman tanrım ben neden varım ki gerçekten dedirtsin. Böyle bir şey yok, felsefe anlamında eleştireceksek bence kesinlikle yeterli değil.

Edebi olarak sorgulayacaksak, bahsettiğim gibi kopuk, derinlik ve anlatım açısından pek bir yaratıcılık söz konusu değil. Buğday ve mısır tarlaları, ağrıyan diş, gökyüzü. Bunları kitabın içinde defalarca görmek okurken beni rahatsız etti. Zengin bir anlatım bulamadım. Zengin anlatım deyince aklıma Vladimir Nabokov’un Lolita’sı gelir hep ve ona ne kadar yakın diye kıyaslarım. Üzgünüm ama kıyaslanamayacak kadar vasattı. Eh bir de Sartre’ın Bulantı’sı ile bir müsabaka düzenleyecek değilim, o tümüyle balon! Oğuz Atay konusuna hiç hiç girmeyelim.

Ciddi bir pazarlama ürünü olduğunu düşünüyorum bu kitabın.

tezer

Yanlış anlaşılmasın ben yerden yere vurmak amacı ile bu satırları yazmıyorum, sadece abartılmasına karşı bir eleştiri yapmak niyetindeyim. Güzel kitap, gezi notları var, varoluşçuluğa dokunuyor yer yer, aforizmavari cümleler barındırıyor denilse eyvallah der gayet mutlu mesut kapatırdım kitabı. Ancak aradığımı bulamayışım biraz sinirimi bozdu.

Bir de tutarsızlık da mevcut. Ülke ülke gezip, özgür seks mottosuyla mutlu bir seyahat sürerken kısım kısım sorgulamalar yer alıyor. Hani şunu diyemeyiz, Tezer Özlü bir yolculuğa çıkıyor ve başından sonuna bohem bir şekilde varlığın derinliğine iniyor. Yok böyle bir şey.

İnsanlarda bir de Nilgün Marmara gibi bir algı var Tezer Özlü’ye dair. İntihar konusuna düşkünlüğü okurları tarafından intihar ettiği düşüncesi yaratıyor sanırım. Halbuki kanserden yaşama veda etti.

Yeter bu kadar bence. O kadar seveni olan bir yazar için bu satırları yazmak hiç akıl kârı değil ya neyse. :)

Altını çizdiklerim

“Kendini bana sunan her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi ya da ölmüş olanı daha da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin,duyguların bana sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek, derinleştirmek, genişletmek, rüzgarlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek. Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı.”

“Biz kendimizi kendi köyümüz dışındaki her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız.” (Pavese’ye ait.)

“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene ayak uydurmak o denli kolay ki…

Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.

Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

“Yalnız sağlıklı insan aklı yaşansaydı, değmezdi yaşamaya, can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması” (Pavese’ye ait.)

“Bütün yaşama cesaretii ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden.”

“Acılar olmadan yazılabilir mi? Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu?” (Pavese’ye ait.)

Bu kitaptan gerçek bir tat alabilmek için önce Cesare Pavese okumak gerekiyor sanırım.

Sözün özü; ben Türkçe bir anlatı olarak gerçekten sevdim. Ne kitaplar var verdiğiniz paranın zerresini hak etmiyor. Yaşamın Ucuna Yolculuk öyle değil, sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum bedelinin. Tek problem abartılmış olması. O da belki Türkçe olarak fazla bohem bir konseptte eser olmayışıdır, kim bilir?

Ne dinlemeliyim?

Şahsen Pavese adı bende Pavane’yi çağrıştırdı. :) Pek eğreti duracağını sanmıyorum.

Nasıl satın alabilirim?

Ben ekonomi insanıyım ve fazlasıyla sabırsızım, bu sebeple kargo ücretine ve teslimat süresine özellikle dikkat ederim kitap alırken. Tavsiyem babil.com’un ücretsiz kargo kampanyasından faydalanmanız. Siparişinizin ertesi günü teslimat (babil.com’un küçük hediyesi ile birlikte) gerçekleşiyor. :)

http://www.babil.com/urunler/1341146/yasamin-ucuna-yolculuk adresinden satın alabilirsiniz.

Kategoriler
Edebiyat

Orospu Kırmızı – Umay Umay

umay umay - orospu kırmızı

Beyoğlu’nun ve Kadıköy’ün güzel insanları varmış yakın zaman eskilerinde. Hani bir ara yazmıştım yağmurlu gecelerde PTT kulübelerinde elinde birasıyla sevgilisini arayanlar vardı. O abiler ve ablalardı işte onlar. Tahminen 90’ların başlarına denk geliyor deli gençlikleri; jenerasyonumun henüz çocukluğunu sokak aralarında geçirdiği, akşamları ödevlerin hazırladığı yıllara.

Seviyorum ben o insanların kafalarını. Şimdiki bizlerin ataları bir bakıma. Darbeli, baskılı, bir bok olamayışlı, sancılı, herkesin efendi sikik evlat beklentisi içinde olduğu dönemde hayır ben başka biriyim, sizin istediğiniz gibi olmak zorunda değilim diyebilen, zincirleri kırmayı başarmış insanlar onlar. En iyi ihtimalle 40’lı yaşlarındalar şimdilerde.

umay-umay_289581

Umay Umay o ekolün en marjinallerinden biriymiş. Hayal meyal hatırlıyorum TV’deki renkli saçlı kliplerini filan. Bunu şimdi herkes yapabilir ama 90’larda bunu yapmak büyük iş bence.

Geçenlerde o eskiden basılan bir kitabının yeniden basıldığını okumuştum. Ekşi’de biraz araştırmamla sözcük ve cümlelerinin en sevdiğim üslupta olduğunu görüp, tereddütsüz hemen okumaya karar verdim.

Sürekli kaybeden kadınlar güzeldir. Mutlu insanların içinde bahaneler arayan kadınlar mutlulardan daha güzeldir. Özgür kadınlar güzeldir. Şimdinin Marla Singer tribindeki ergenlerinden bahsetmiyorum, gerçekten kaybedişleri gülümsemelerinden okunan kadınlardan bahsediyorum. Umursamaz kadınlar… En güzeli onlar.

Bu kitap o kadının defteri sanki. Beyoğlu’nun ıslak caddelerinde makyajı akmış, ağlayan kadının sesi. Sarhoş uzandığı yatağında aklından geçenler belki de.

Yeraltı edebiyatı mı dersiniz, kirli sözcüklü kısa masallar mı? Bilmiyorum, ben sevdim.

Altını çizdiklerimi paylaşmama gerek kalmadı, youtube’da biri benim yerime seslendirmiş. :)

Eğer bu türü seviyorsanız kesinlikle tavsiye ederim.