Öncelikle çok önemli bir uyarıda bulunmak istiyorum, kitabı okuduysanız ya da okumayı hiç düşünmüyorsanız bu içeriğe göz atın. Olabildiğince spoiler vermemeye dikkat ettimse de gözümden kaçan bir şeyler olabileceğini düşünüyorum. Dan Brown’ı bilirsiniz, kitaplarında hep insanı mekanlardan mekanlara savuran, insanı hayal aleminde dünya seyahatine çıkaran eşsiz bir yazardır. Kitabı okurken hep acaba nasıl bir yerde geçiyor, nasıl bir ortam diye merak eder dururdum. Aklıma bu mekan ve eserleri not edip, blog olarak paylaşmak geldi. Umarım gelecekte birilerinin işine yarar. Şimdi sizi Dan Brown sayesinde küçük bir yolculuğa çıkaracağım.
Montserrat Manastırı
Kitabın açılışında geçen ilk yer burası. Edmond Kirsch büyük keşfini üç din adamına duyurmak için burayı tercih ediyor. Zira gözlerden olabildiğince uzak ve birilerinin onu takip etme ihtimali oldukça azdı.
Montserrat a vista de Drone from Joan Lesan on Vimeo.
Campbell’s Soup Cans
Campbell’in Çorba Kutuları olarak anılan, Andy Warhol’un adına sanat dediği, pop kültürünü başlatan ilk eser olarak tanınır. Andy Warhol ile isim benzerliğimizi babamın sanata olan ilgisinden kaynaklandığını öne sürüp az ekmeğini yemedim aslında eheh :) Öyleyiz işte, çorba kutusundan sanat, isim benzerliğinde sanatseverlik çıkarırız. Kitapta Robert Langdon’ın bu eserden etkilendiğinden bahsediliyordu.
Louise Bourgeois – Maman
Yöneticiliğini Ambra Vidal’in yaptığı Guggenheim Müzesi’nde yer alan bir Louise Bourgeois eseridir. Louise Bourgeois sıradışı bir kadın, çocukluğu acı içinde geçmiş ve bu acıyı bir şekilde eserlerine de yansıtmıştır. İngiliz bakıcısı için şu sözleri sarfetmesi insanı biraz kederlendirir. “ben, beni sevmesini istemiştim o gitti babamı sevdi.” Aşağıya eklediğim portresi Robert Mapplethorpe’a ait, kendisini Patti Smith’in Çoluk Çocuk kitabından tanıyanlarınız vardır, daldan dala atlıyorum. Yalnız o kitabı aşırı sevmiştim, sayesinde Amerikan Beat Edebiyatına merak salmış, kendimi kitaplardan kitaplara vurmuştum, bahsetmeden geçemeyeceğim.
Guggenheim Müzesi
Bilbao’da Nervion Nehri kıyısında yer alan ve 11.000 m² alana yayılmış bu devasa müze bana rahatsız edici bir asimetride geldi yalnız Pritzker Ödülü sahibi mimar Frank Gehry tarafından tasarlanmış. Söz söylemek ayıp olur, adam ödüllü mödüllü biri. Yapımı 1997 yılında bitmiş, yani 20 yaşını doldurmuş, ilk başta maksimum 600.000 kişi gelir diye düşünülürken, yıllık ziyaretçisi 1.000.000’un altına hiç düşmemiş. Kitabı okuyanların bileceği gibi, olay burada başlıyor, Edmond Kirsch dünyayı değiştirecek buluşunu burada tüm dünyaya açıklamak istiyor ve daha fazlası spoiler olmasın diye olaylar gelişiyor diye bitireyim.
Fujiko Nakaya – Fog Sculpture
1998 yılında Fujiko Nakaya tarafından oluşturulan bu eserden bir bok anlamadığımı utanarak ifade etmekle birlikte, modern sanat severlerin bu eseri sevebilmem için bana açıklama yapmalarını canı gönülden dilerim. Robert Langdon’da eserden bir halt anlamamıştı zaten. Ne kadar da benziyoruz birbirimize, inanılır gibi değil. :) Delikli borular döşettirip, gölete sis püskürtürken verdiği çaba sadece tesisatçılara yapacağı ödemeden ileri gitmiyor ama sanatçı ve sanat eseri ortaya çıkıyor. Elinde çekiç ve keski ile heykel yapan sanatçılar mezarlarında ters dönmüş olsa da bunun da adı sanat ne yazık ki.
Jenny Holzer – Installation for Bilbao
Jenny Holzer tarafından yapılan bu LED eser, ki kadın hep böyle şeyler yapıyormuş, rahatsız edici metinleri insanların görebileceği yerlerde paylaşma şeklinde bir sanat anlayışı varmış. 12 metre uzunluğunda 9 adet elektronik panodan oluşuyor. AIDS’in verdiği hasar ile ilgili metinler yer alıyor ve bunlar Bask dili, İspanyolca, İngilizce olarak sürekli hareket ediyor. Metin ise şu sözlerden oluşuyor.
I walk in
I watch you
I scan you
I wait for you
I tickle you
I tease you
I search you
I breath you
I speak
I smile
I touch your hair
You are the one who did this to me
You are my own
You are part of me
I show you
I feel you
I ask you
I won´t ask you
I don’t wait
I lie
I’m crying hard
There was blood
No one told me
No one knew
My mother knows
I forget your name
I don´t think
I bury my head
I bury your head
I bury you
My fever
My skin
I can´t breath
I can´t eat
I can´t walk
I’m losing time
I’m losing ground
I can´t stand it
I cry
I cry out
I bite
I bite your lip
I breath you breath
I pulse
I pray
I pray aloud
I smell you on my skin
I say the word
I say your name
I cover you
I shelter you
I walk away from you
I sleep beside you
I smell you on my clothes
I save your clothes
Dohany Caddesi Sinagogu
Avrupa’nın en büyük sinagogu ünvanına sahipmiş. Görüntüsü bana biraz bizim taş medreseleri anımsattı. Bu stili anımsatması hiç yabancılanacak bir eleştiri değil çünkü Yahudilerin kendilerine has bir tasarım anlayışlarının olmadığı, daha çok Araplardan esinlendiklerini Viyanalı mimar Ludwig Förster de söylemiş. Sonra antisemitizm filan şey olmasın. Sinagog, ilk ibadetine 1859 yılında ev sahipliği yapmış yalnız, o günden bu yana başından geçmeyen kalmamış. 1939’da bombalanmış, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından ahır olarak kullanılmış, sayısız badire atlatmış ancak hala dimdik ayakta duruyor. Yahudilerin büyük önem atfettiği, ki öyle olması gerekiyor, Theodor Herlz’in doğduğu evde ise Yahudi Müzesi yer almaktaymış. Yaaa, aklınıza Budapeşte denince Grand Budapest Hotel geliyor ama neler neler varmış içinde.
Yves Klein – Leap Into The Void
Ha bak bu cidden enteresan bir adam. Gidip tek nota basıp, 20 dakikalık sessizlik senfonisi oluşturup bunu sanat olarak sunan biri. Ben yapsam ya bi s.. git dersiniz, iv klayn yapınca sanat oluyor. Hey yavrum hey. Yalnız bu abi literatüre Klein Blue olarak geçen rengi icat etmiş ve tescil ettirmiş. Adamın patentli bir rengi var, monochrome yani tek renk ile resimler yapıyor. Tek renk derken, o rengin tonlarını kullanıyor, Klein Mavisi de bu şekilde ortaya çıkıyor. Leap Into The Void’da neyi ifade ettiğini ben anlayamadım, sanırım özgürlüğü ifade ediyor.
Richard Serra – The Matter Of Time
İkitelli Sanayi Sitesi’nde ustaların daha güzel şeyler ortaya çıkarabileceğini inandığım modern sanat eseri. Edmond Kirsch ile Robert Langon sunum öncesi burada konuşmuşlardı.
Catedral de la Almudena
İspanya Diyanet İşleri Bakanlığı gibi bir görevi olan Başpiskoposluğun mekanı imiş. 1993 yılında Papa 2. Jean Paul tarafından kutsanarak ibadete açılmış.
Head on
Cai Guo-Qiang tarafından yapılan bu eser 99 adet kurdun bir duvara toslayışını anlatıyor. Sürü psikolojisini ifade ettiğini düşünmekteyim.
Cody Wilson – Liberator
Bu zıkkımla daha önce reddit’te karşılaşmıştım. 3 boyutlu yazıcılardan çıktı alınarak yapılabilen bu salakça alet ile insan öldürmenin de mümkün olduğunu Dan Brown sayesinde öğrenmiş olduk. Hayır, biz 3D printer ile protez organ yapımıyla umutlanırken kötülük de boş durmuyor. Ne yazık ki…
Palacio Real – Kraliyet Sarayı
1735 yılında yapılmış, cidden enfes görünüyor. 135,000 m2 alana yayılmış durumda. Kitapta anlatıldığına göre Kral pek buralarda ikamet etmemekteymiş.
Palacio de la Zarzuela
Hiç de bir krala yakışır bir yanı yok. Yani sen koskoca kralsın, bizim evden hallice bir yerde yaşıyorsun, inanılır gibi değil. Ne demişler!!! İtibarın tasarrufu olamaz!!! Sen niye tasarruf ediyorsun yahu, ne gereği var? Bu arada prens Felipe kitaptaki prens Julian tanımına oldukça uyuyor.
Corrado Giaquinto – Religion Protected by Spain
1750’lerde Corrado Giaquinto tarafından yapılmış bu eser.
Reina Sofia Modern Sanat Müzesi
Parc Güell
Casa Mila
En üst kata iyi bakın, orada bir dahi yaşadı… :( Edmond Kirsch.
La Basilica de la Sagrada Familia
Gaudi’nin ölümsüz eseri, ölümünün 100. yılında hazır olacak. Şu güzelliği bir söz söylenebilir mi allasen? Akıl alır gibi değil. Bittiğinde Avrupa’nın en uzun yapısı olacak ayrıca.
The Ancient of Days
William Blake’in kitabında yer alan eser. Elinde pergelle dünyayı ölçen tanrı.
El Escorial
Sierra de Guaddarrama dağının eteklerinde kurulmuş saray, manastır, kütüphane. İspanya Kralı 2. Felipe burada yaşamış.
L’eixample
Beni fazlasıyla rahatsız eden aşırı düzenli ama çok göz tırmalayıcı şehir düzeni.
Gran Hotel Princesa Sofia
Evli evine köylü köyüne döndükten sonra Robert Langdon’ın istirahatgâhı. Bir ara Edmond Kirsch ile burada yemek yemişlikleri de var. Çünkü süper bilgisayarı iki blok ötede yer alıyor.
Chapel Torre Girona
Bizim meşhur yapay zekalı bilgisayarımız Winston’un evi. Kitabı okuduysanız Winston’un aldığı karar hakkında konuşmak isterim, yorum bırakırsanız sevinirim.
La Basilica Secreta
Şehitler Vadisi
Yapımında binlerce insanın öldüğü, faşist Franco’nun miras bıraktığı utanç anıtı.