Kategoriler
Edebiyat

Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk

tezer-ozlu-yasamin-ucuna-yolculuk

Çevremde bu kitabı okuyup da sevmeyen kimseyi görmedim. Hakkında neler duydum neler… Oğuz Atay’ın kadın versiyonu olduğunu, Jean-Paul Sartre’ın Bulantı kitabı kadar derin bir varoluşçuluk içerdiği, Türk edebiyatının en harika eserlerinden biri olduğunu bla bla bla.

Şahsi kanaatim; evet güzel bir kitap, süslü cümleler var, kimi yerde Tezer Özlü’nün varoluş sancılarını gerçekten hissediyorsunuz fakat anlatıldığı kadar mükemmel bir eser kesinlikle değil. Kitap; intihar ederek ölen Cesare Pavese’nin yaşadığı topraklara doğru seyahat eden Tezer Özlü’nün gezi notları tadında ilerliyor. Çeşitli ülkeler geziyor, gezdiği yerlerde bohem ruh halinden kesitler sunuyor. Bir bütünlük söz konusu değil, birbirinden kopuk anlatılar var yalnızca.

tezerözlü

Bir derinlik hissettim desem yalan olur. Hani ne bileyim, durduk yere duvarlardan duvarlara vursun beni, parça parça etsin, aman tanrım ben neden varım ki gerçekten dedirtsin. Böyle bir şey yok, felsefe anlamında eleştireceksek bence kesinlikle yeterli değil.

Edebi olarak sorgulayacaksak, bahsettiğim gibi kopuk, derinlik ve anlatım açısından pek bir yaratıcılık söz konusu değil. Buğday ve mısır tarlaları, ağrıyan diş, gökyüzü. Bunları kitabın içinde defalarca görmek okurken beni rahatsız etti. Zengin bir anlatım bulamadım. Zengin anlatım deyince aklıma Vladimir Nabokov’un Lolita’sı gelir hep ve ona ne kadar yakın diye kıyaslarım. Üzgünüm ama kıyaslanamayacak kadar vasattı. Eh bir de Sartre’ın Bulantı’sı ile bir müsabaka düzenleyecek değilim, o tümüyle balon! Oğuz Atay konusuna hiç hiç girmeyelim.

Ciddi bir pazarlama ürünü olduğunu düşünüyorum bu kitabın.

tezer

Yanlış anlaşılmasın ben yerden yere vurmak amacı ile bu satırları yazmıyorum, sadece abartılmasına karşı bir eleştiri yapmak niyetindeyim. Güzel kitap, gezi notları var, varoluşçuluğa dokunuyor yer yer, aforizmavari cümleler barındırıyor denilse eyvallah der gayet mutlu mesut kapatırdım kitabı. Ancak aradığımı bulamayışım biraz sinirimi bozdu.

Bir de tutarsızlık da mevcut. Ülke ülke gezip, özgür seks mottosuyla mutlu bir seyahat sürerken kısım kısım sorgulamalar yer alıyor. Hani şunu diyemeyiz, Tezer Özlü bir yolculuğa çıkıyor ve başından sonuna bohem bir şekilde varlığın derinliğine iniyor. Yok böyle bir şey.

İnsanlarda bir de Nilgün Marmara gibi bir algı var Tezer Özlü’ye dair. İntihar konusuna düşkünlüğü okurları tarafından intihar ettiği düşüncesi yaratıyor sanırım. Halbuki kanserden yaşama veda etti.

Yeter bu kadar bence. O kadar seveni olan bir yazar için bu satırları yazmak hiç akıl kârı değil ya neyse. :)

Altını çizdiklerim

“Kendini bana sunan her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi ya da ölmüş olanı daha da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin,duyguların bana sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek, derinleştirmek, genişletmek, rüzgarlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek. Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı.”

“Biz kendimizi kendi köyümüz dışındaki her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız.” (Pavese’ye ait.)

“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene ayak uydurmak o denli kolay ki…

Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.

Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

“Yalnız sağlıklı insan aklı yaşansaydı, değmezdi yaşamaya, can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması” (Pavese’ye ait.)

“Bütün yaşama cesaretii ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden.”

“Acılar olmadan yazılabilir mi? Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu?” (Pavese’ye ait.)

Bu kitaptan gerçek bir tat alabilmek için önce Cesare Pavese okumak gerekiyor sanırım.

Sözün özü; ben Türkçe bir anlatı olarak gerçekten sevdim. Ne kitaplar var verdiğiniz paranın zerresini hak etmiyor. Yaşamın Ucuna Yolculuk öyle değil, sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum bedelinin. Tek problem abartılmış olması. O da belki Türkçe olarak fazla bohem bir konseptte eser olmayışıdır, kim bilir?

Ne dinlemeliyim?

Şahsen Pavese adı bende Pavane’yi çağrıştırdı. :) Pek eğreti duracağını sanmıyorum.

Nasıl satın alabilirim?

Ben ekonomi insanıyım ve fazlasıyla sabırsızım, bu sebeple kargo ücretine ve teslimat süresine özellikle dikkat ederim kitap alırken. Tavsiyem babil.com’un ücretsiz kargo kampanyasından faydalanmanız. Siparişinizin ertesi günü teslimat (babil.com’un küçük hediyesi ile birlikte) gerçekleşiyor. :)

http://www.babil.com/urunler/1341146/yasamin-ucuna-yolculuk adresinden satın alabilirsiniz.

Kategoriler
Edebiyat

Orospu Kırmızı – Umay Umay

umay umay - orospu kırmızı

Beyoğlu’nun ve Kadıköy’ün güzel insanları varmış yakın zaman eskilerinde. Hani bir ara yazmıştım yağmurlu gecelerde PTT kulübelerinde elinde birasıyla sevgilisini arayanlar vardı. O abiler ve ablalardı işte onlar. Tahminen 90’ların başlarına denk geliyor deli gençlikleri; jenerasyonumun henüz çocukluğunu sokak aralarında geçirdiği, akşamları ödevlerin hazırladığı yıllara.

Seviyorum ben o insanların kafalarını. Şimdiki bizlerin ataları bir bakıma. Darbeli, baskılı, bir bok olamayışlı, sancılı, herkesin efendi sikik evlat beklentisi içinde olduğu dönemde hayır ben başka biriyim, sizin istediğiniz gibi olmak zorunda değilim diyebilen, zincirleri kırmayı başarmış insanlar onlar. En iyi ihtimalle 40’lı yaşlarındalar şimdilerde.

umay-umay_289581

Umay Umay o ekolün en marjinallerinden biriymiş. Hayal meyal hatırlıyorum TV’deki renkli saçlı kliplerini filan. Bunu şimdi herkes yapabilir ama 90’larda bunu yapmak büyük iş bence.

Geçenlerde o eskiden basılan bir kitabının yeniden basıldığını okumuştum. Ekşi’de biraz araştırmamla sözcük ve cümlelerinin en sevdiğim üslupta olduğunu görüp, tereddütsüz hemen okumaya karar verdim.

Sürekli kaybeden kadınlar güzeldir. Mutlu insanların içinde bahaneler arayan kadınlar mutlulardan daha güzeldir. Özgür kadınlar güzeldir. Şimdinin Marla Singer tribindeki ergenlerinden bahsetmiyorum, gerçekten kaybedişleri gülümsemelerinden okunan kadınlardan bahsediyorum. Umursamaz kadınlar… En güzeli onlar.

Bu kitap o kadının defteri sanki. Beyoğlu’nun ıslak caddelerinde makyajı akmış, ağlayan kadının sesi. Sarhoş uzandığı yatağında aklından geçenler belki de.

Yeraltı edebiyatı mı dersiniz, kirli sözcüklü kısa masallar mı? Bilmiyorum, ben sevdim.

Altını çizdiklerimi paylaşmama gerek kalmadı, youtube’da biri benim yerime seslendirmiş. :)

Eğer bu türü seviyorsanız kesinlikle tavsiye ederim.

Kategoriler
Edebiyat

Dul – Jean-Louis Fournier

jean-louis fournier

Fransız sinemacı ve yazar Jean-Louis Fournier’nin Dul kitabı hakkında bir kaç yazı okumuştum farklı edebiyat bloglarında. Konusu ilgimi çekmişti, belki sizler de ilgi duyabilirsiniz. 60’lı yaşlarındaki yazarımız yaklaşık 40 yılını birlikte geçirdiği eşinin ölümünün ardından onsuz geçen günlerini anlatı şeklinde kaleme almış.

Genel olarak vıcık vıcık aşk kitaplarını sevmem. Vıcık vıcık insanları da sevmem. (Of gidişat atarlanmaya doğru gidiyor, edebiyat ekseninden sapmasam iyi olacak. :) ) Yalnız acılı olaylar her zaman beni cezbeder. Aşkın güzelliği, yüceliği filan değil de aşkın öncesi ve sonrasında çekilen acıları okumaktan keyif alıyorum. Örneğin Genç Werther’in Acıları, Kolera Günlerinde Aşk, Kürk Mantolu Madonna vs.

Yazar öyle destansı bir edebiyat ürünü ortaya koymuş değil fakat kitap konu itibari ile vurucu geldi bana. Zaman zaman gözümde canlandı yaşadıkları. Tabi evli olmadığım için bir eşin sevgiliden ne kadar daha öte olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok. Yani sürekli benzer ortamlarda olup, genellikle aynı şeyleri izleyip, aynı problemlerle karşı karşıya kalıp, aynı çatı altında onlarca yıl geçirip, her sabah aynı yüzü görüp ve bıkmadan, saygıyla her gün başından geçenleri dinleme durumu takdir edersiniz ki çok kolay kavranabilir bir durum değil reel olarak. Teorik olarak böyle de işin pratiğe dönüşmüş halinden bahsediyorum, anne babaları örnek olarak görebiliriz mesela, onlar daha net anlayabilirler belki yazarın durumunu.

dul

Altını çizdiklerim

 “Çok tuhaf, insanlar büyük bir mutsuzluk yaşayanlara mutluluktan bahsedemiyor. Anlamıyorum. Aslında tam da büyük bir mutsuzluk halinde mutluluk dileklerine ihtiyaç vardır, halihazırda mutlu olanların ihtiyacı yoktur. Mutsuz olduğunuzda, sanki herkes öyle kalmanızı diliyor, sonsuza kadar.”

“Hâlâ mektup geliyor sana, açıyorum onları. Günün birinde belki seni çılgınca seven bir aşığın mektubu çıkacak karşıma. Sana bozulmayacağımı düşünüyorum, hatta belki onunla tanışmak, ona senden bahsetmek isteyeceğim”

“Akranlarımın birer birer öldüğünü gördükçe, beni en çok, “hatırlıyor musun?” diye sorabileceğim kimsenin kalmayacağı gün korkutuyor”

“Sokakta çiftler gördüğümde kendi kendime şunu soruyorum: Önce hangisi ölecek?”

“Bir kitap var ki, henüz bitirmemişsin, ne yazık ki bitiremeyeceksin de. Ona devam etmek istiyorum. Senin yerine okuyacağım.”

“Artık her sabah yalnız uyanıyorum. Uyanır uyanmaz aklıma gelmiyor öldüğün, sanki her sabah tekrar ölüyorsun.”

“Sevdiğimiz insanlar bütün eşyalarıyla ölmeli.”

“Saatini buldum, sana aldığım saat. Hâlâ çalışıyor, keşke o dursaydı.”

 

Hakkında ne kötü bir kitap diyebilirim, ne de başucu kitabı. Sadece güzel denilebilir. Çok güzel de değil, sadece güzel. Daha kaliteli bir çeviri olsaydı farklı olabilir miydi bilemiyorum. Çevirisi biraz soğuk geldi bana. Yani benim için öyle, sizin için ne ifade edebileceği hakkında bir fikrim yok. Kitabı okurken nedense aklıma Woody Allen’ın Midnight in Paris filmindeki bir parça geldi. Belki okurken siz de eşlik etmesini isteyebilirsiniz.

Satın almak için: http://www.babil.com/urunler/1262862/dul

Keyifli okumalar. :)

Kategoriler
Kişisel

Ane gibi yar Bağdat gibi diyar

girit

Yahu ne kadar çok şeyi yanlış biliyormuşum böyle, yanlış bildiklerimin doğruları karşıma çıktıkça @cbabdullahgul moduna girip girip duruyorum.

Bak mesela gördün mü la anyayı konya’yı sözünü kullanırdım şimdiye kadar. Oysa ne anyası? Ne Konya’sı arkadaşım. Tamamen element uydurmuşuz bir tarafımızdan gidiyor.

O sözün doğrusu Hanya’yı Konya’yı görmekmi?? 

O da değil arkadaşım. Şimdi Hanya dediğimiz yer Girit Adası’nda bulunan bir liman kenti.

Konya dediğimiz yer ise biliyorsun işte fanatik muhafazakar güzide bir ilimiz. Pide filan.

Ne alakası var demek gerekmez mi? Gerekir! O zaman diyelim hadi hep beraber.


Ne alakası var Hanya ile Konya’nın?

Yok zaten öyle bir şey. Osmanlı döneminde Girit Adası’nın fethi esnasında Hanya tarafından giriliyor adaya. Adada karşılarına ilk olarak Gonya (gönye-köşe) Manastırı çıkıyor. Tabi o dönem askerlerin aralarında neler yaşandı, ne gibi bir durum oluştu bilemiyoruz, bir sürü şehir efsanesi var ortada dolaşan. Kimisi Hanya içlerine ulaşmak için önce Gonya Manastırı önünden geçilmesi gerektiğinden bahsediyor. Kimisi bölgede çok kanlı bir çarpışmanın gerçekleştiğinden bahsediyor. Kimi sürgün vs. ihtimallerden bahsediyor.

Dediğim gibi neler yaşandı pek bilinmiyor. İlber Ortaylı’nın son kitabında bahsettiği gibi tarihi yazmak konusunda ne kadar rezil bir noktada olduğumuz aradan yüzyıllar sonra böyle böyle şeylerle daha net ortaya çıkıyor. Okumadıysanız; İmparatorluğun Son Nefesi kitabını öneririm.

Velhasılı sözün doğrusu Hanya’yı Gonya’yı görmek olacak. Tabi artık en seksi yayınevlerimizde bile Gonya; Konya olarak geçtiği için garip karşılanacak ama biz hatayı sürdürmeyip doğrusu ile devam edelim derim. Konya’nın konumuzla bir alakası yok, kendisini alkışlarla yerine alıyoruz.

uçurum

Bitmiyor abi, bir kez girdik madem @cbabdullahgul moduna devam edelim. Ben de arada unutuyorum öğrendiklerimi, buraya yazmam kendim için de hatırlatıcı olacak.

Ana gibi yar, bağdat gibi diyar olmaz atasözünü de çok kullanırız hepimiz. Anne başka ya, anne çok güzel, anne bir tane :***** sözcüklerinden sonra gelir muhtemelen. Olaya çok içerlenmiş babalar cephesinden de temelsiz bir uydurma gelir genellikle Ana gibi yar baba gibi diyar olmaz şeklinde. Sonra birileri hıyar mıyar der tabi de bizim tasvip ettiğimiz bir söz değil kendileri. :D

Hıyar mıyar deyince tabi konu bi cıvıdı, bi seviyesi düştü farkındayım ama birazdan anlatacaklarımla yeniden Hanya Gonya etkisi yaratacağım, az sabır! :)

Şimdi bu atasözümüzü ele alırken Anne ve Bağdat ilişkisinden yola çıkacağız.

Neden Bağdat?

Neden anne?

Neden ikisi aynı atasözünün içinde kullanılmış?

Birilerinin bu soruyu sormasının zamanın geldi de geçiyor bile! O zaman biz soruyoruz!

Ne alakası var Anne ile Bağdat’ın?

Yok, onun da yok işte. Fotoğrafını bulamadım bir türlü ama orada bahsedilen şey canımız ciğerimiz annemiz değil Bağdat yakınlarında Ane adındaki bir yar. Yar derken o anlamda değil, uçurum anlamında. Ane gibi uçurum Bağdat gibi şehir olmaz gibi düşün. Sırf benzediği için alakasızca uydurulmuş, uydurulmakla kalmamış TDK bile kabul etmiş.

Yine de biz doğrusunu öğrenip o anlamda kullanalım.

Ane gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz. 

m_363

Bir tane de geçen gün Tahir ile konuşurken öğrendim. Yazışırken dalgınlıkla dananın kuyruğu yarın kesilecek dedim. Tahir de düzeltti, kopacak o olm diye. Adam ailecek bilgi yarışmasından çıkmıyor ki kardeşim, o düzeltmeyecek de ben mi düzelteceğim. :D

Merak ettim tabi üzerinde kısa süre de olsa durunca. Neymiş bu deyim, nereden geliyormuş diye.

.. ve şu soruyu sordum kendi kendime. :D

Ne alakası var dananın kuyruğunun kopması filan?

Rivayete göre Osmanlı döneminde sürekli rüşvetle iş gören bir kadı (hakim) varmış. Çok önemli bir dava gündeme gelmiş ve dava öncesi taraflardan biri kadı efendiye güzel bir dana hediye etmiş. Tabi diğer taraf altta kalır mı o da bir dana yapıştırmış. Ne olacak şimdi? İki tarafta danasını getirdiğine göre ortaya adilce bir karar çıkması gerekiyor. Tabi bizim kadımız çok alışık olmadığı için böyle bir duruma iki danayı kuyruklarından birbirine bağlıyor.

İki danaya da aynı anda iğne batırılıyor. Çözüm ise şu; hangi dananın kuyruğu koparsa o suçludur. Tabi rivayet bu, kopuyor danalardan birinin kuyruğu, kendilerince adaleti sağlamış oluyorlar sözüm ona filan. Yani benim edindiğim bilgi bu yönde, çok saçma geldi, böyle bir şeyin yaşanmış olabileceğine ihtimal vermiyorum ama belki kulaktan kulağa aktarılan hikaye gibi bir şey olup dile yerleşmiş olabilir.

Velhasıl dananın kuyruğunun kopması mevzusunun temeli bu şekilde deniliyor.

Nasıl kuzucuklar pırıl pırıl olduk mu biraz?

 

Kategoriler
Kişisel

Olan biten

Zor bir dönemden geçiyorum. Hayatım alt üst oldu kazadan sonraki süreçte. Yani bir tek kaza şoku değil devamında da bombok gitti tüm işlerim. Psikolojim de onunla orantılı kırılganlık gösterdi normal olarak. Zaten hiçbir zaman çok güçlü biri olduğumu iddia etmedim, fazla duygusal oldum küçüklüğümden bu yana.

Dünyada olup biten hiçbir şey hakkında söz sahibi olamayacağım,  dahası oturup birine doğru düzgün bir cümle kuramayacağım gibi güvensiz ve zayıf bir hale büründüm. İç dünyamda kendi kendimi onarmak için olabildiğince uzaklaştım tüm insanlardan. Bilirsiniz işte standart depresyon belirtileri. Kitaplar, bilgisayar oyunları, iş ve kurmaca hikayeler yazmak gibi şeylere odaklanmayı denedim. Gerçeklik algım ilk günler kayıp gibi bir şeydi. Nerede olursam olayım arabanın içinde savruluyor ve binlerce kez arabanın kapısını açıp ters dönmüş kamyon ve diğer otomobile bakıyordum.

Süreç benim açımdan biraz da gözlem deneyimi sağladı. Bir mezarlık ile odam arasındaki mekan farklılığına yön veren etkenleri düşündüm bolca. Nasıl oluyor da yaşıyorum? Benimle aynı gün kaza yapan ünlü bir kız vardı; öldü o. Bir gün önce Schumacher sakatlanmıştı; hala yaşıyor denilemez ne yazık ki. İnanılması mümkün olmayan şeyler oluyor bazen.

Bazen tüm şartlar uygunken ölemiyorsun.

Bazen sevmeye imkanın varken sevemiyorsun.

Bazen gülmen gerekirken gülemiyorsun.

Bazen mümkün olmadık şeyler mümkün, gerçek olmasına imkan olmayan şeyler de gerçek oluyor. Hayatta olup bitenler için sebep aramamak gerektiğine inanmaya başladım. Hayır öyle spritüalist bir odanın kapısını açmak değil kastettiğim, sadece artık “neden” sorusunu daha az sormaya başladım. Her şeyi olduğu gibi kabullenebilmek anlatmak istediğim. Oluyor. Olmasın desen de oluyor, olsun desen de oluyor. Bazen de olmuyor.

Çok sevdiğim bir yazı vardı ekşi sözlükte neden ben değil de o adında.

bornova merkezden iniyoruz küçükpark’a doğru. yanımdaki eskilerden bir sevgilim, çok zaman geçmiş ayrılalı ama arada görüşüyoruz hala. canım sıkkın, konuşmuyorum pek. o ise her zamankinden biraz farklı, daha dikkatli, daha sessiz yürüyor yanımda, biraz da beni izleyerek.

“ne oldu, ayrıldınız mı?” diye sordu,
“evet” dedim kısaca.
“çok mu seviyordun? canın yanmış, hayret”,
“hı hı”
birkaç adım daha, biraz daha sessizlik ve soru;
“neden ben değil, neden o?”
kafamı çevirip bakıyorum ona, merakla soruyor bunu, inanarak ve ben daha çok şaşırıyorum buna.

ahmet diye bir oğlan var bizim köyde, sonradan göçenlerden. deli biraz. koyunları vardı babasının seksen tane kadar, bir gece dağda otlatırken, durup dururken hepsini bıçaklamış koyunların, delik deşik etmiş, öldürmüş. bir tanesi hariç. içlerinden birini bırakmış sadece. sebebini soruncalar “acıdım” demiş. kalan 79 koyuna neden acımadığını hala bilen yok. bazı şeylerin sebebi olmaz. bazen sadece olur. bazen yaşarsın, neden o 79 dan biri olmadığını bilemeden. bir talihsizlik ya da büyük şans yok anlıyor musun, bazen sadece yaşarsın, bazen sadece başına gelir. evren umduğumuz kadar seçici değil aslında, sen 80’de 1 değilsin, kalan 79’a açıklayamazsın bunu. neden ben değil? neden o? sorusu, fikri, düşüncesi bir ömür bırakmaz peşimizi. sevmek her şeye yetecek sanırız. bazen de hiç aldırmayız, umurunda olmaz, inan zerre umurunda olmaz, 79 tane aşkı boğazlarsın, delik deşik eder, öldürürsün. bir kez seversin, çakıldın. 79 da birsin, o bıçak senin boğazında artık. bir aşk yok orda, bir talihsizlik, yapılmış bir haksızlık yok. sana acıyan bir tanrı yok, tanrı sadece nasıl hayatta kaldığınla ilgileniyor aslında, yaralarınla değil. senin sikik mutsuzlukların kimsenin umurunda değil. olur bazen, kaçamazsın, önlem alamazsın, saklanamazsın. hepimiz birbirimizin celladıyız, bıçağımızı sallaya sallaya gezerken bir gün bakıyoruz ki akan o kan bizim. işte o saatten sonra yaşamaya başlıyoruz kişisel trajedilerimizi. ve hala o kadar bencil oluyoruz ki kafamızı bile çevirip bakmıyoruz bizimle birlikte kanayan diğer 78’e. soru yok, kimse kimsenin umurunda değil. işte bu var yalnızca.

“sen hiç umurumda bile olmadın ki benim” diyemedim ona. onda benim yaram saklıydı bende bir başkasının. kafamı önüme çevirdim tekrar, bakmadım, oralarda bir yerlerde yavaşça sızıyordum hala, cevap bile vermedim benimle birlikte kanayana.

Böyle bir şey işte. O koyunlardan biri olabiliyorsun, bazen de olamıyorsun.

***

Bir diğer konu da yüzeysel olmak. Göstermelik bir takım ritüelimsi ama kesinlikle içtenliği sorgulanmayı hakeden davranışlar.

Örneğin ölümün kokusu halen üzerinde olan birini arayıp yanında olduğunu hissettirmek yerine whatsapp üzerinden yazan ve gelip o adama trip yapan enteresan insanların varlığı. Mide bulandırıcı. Kendini yetiştirememekle alakalı olduğunu düşünüyorum. Karşılaştığım zor durumlar çevremde sağlıklı bir filtrasyon yapmamı da sağladı. Hali hazırda zaten yalnızlığına aşık biri olarak eve dönüşümün mutluluğunu yaşıyorum ayrıca.

***

Bir de güven mevzusu var ki başlı başına o konu üzerinde durmam lazım bir ara. İnsanlara paranoyakça yaklaşan, kimseye güvenmeyen tiplere acayip uyuz olurdum. Default olarak insanlara sevgi ile yaklaşır, zamanla tanıdıkça varlıklarından düşerdim değerlerini. Çok büyük yanlışmış, insan hayatta en güvenilmemesi gereken, düşene en çok tekme atmaya meyilli, iki yüzlü, aşağılık, pislik, onur yoksunu bir varlıkmış. Neler yaşadım, ne tür insanlarla muhatap olmak zorunda kaldım anlatsam inanmak istemezsiniz.

***

Kendi kendime de bu şarkıyı armağan ediyorum her ne kadar hayatımın melodisi şu sıralar tümüyle bundan ibaret olsa da.

Dayan küçük domates her şey güzel olacak bir gün. Yaşıyorsan her zaman umut vardır! diyorum. Yani olmak zorunda.  Ne kadar boktan başlarsa başlasın 2014 benim yılım olacak! Hiç kimse sonsuza kadar mutlu olamadığı gibi mutsuz da olamaz. Önemli olan yaşamak, gerisi zaten bir şekilde gelmek zorunda.

Karmakarışık bir yazı oldu ama nasılsa çok fazla insan okumuyor, bir gün gelir daha düzgün şekilde yazarım. Şimdi biraz şarap dinginliği var üzerimde, kucağımda bebek gibi yatıyor bu yazıyı yazarken. :) Kahrolsun kadehler, yaşasın tam bağımsız şişeler!