Kategoriler
Kişisel

Ane gibi yar Bağdat gibi diyar

girit

Yahu ne kadar çok şeyi yanlış biliyormuşum böyle, yanlış bildiklerimin doğruları karşıma çıktıkça @cbabdullahgul moduna girip girip duruyorum.

Bak mesela gördün mü la anyayı konya’yı sözünü kullanırdım şimdiye kadar. Oysa ne anyası? Ne Konya’sı arkadaşım. Tamamen element uydurmuşuz bir tarafımızdan gidiyor.

O sözün doğrusu Hanya’yı Konya’yı görmekmi?? 

O da değil arkadaşım. Şimdi Hanya dediğimiz yer Girit Adası’nda bulunan bir liman kenti.

Konya dediğimiz yer ise biliyorsun işte fanatik muhafazakar güzide bir ilimiz. Pide filan.

Ne alakası var demek gerekmez mi? Gerekir! O zaman diyelim hadi hep beraber.


Ne alakası var Hanya ile Konya’nın?

Yok zaten öyle bir şey. Osmanlı döneminde Girit Adası’nın fethi esnasında Hanya tarafından giriliyor adaya. Adada karşılarına ilk olarak Gonya (gönye-köşe) Manastırı çıkıyor. Tabi o dönem askerlerin aralarında neler yaşandı, ne gibi bir durum oluştu bilemiyoruz, bir sürü şehir efsanesi var ortada dolaşan. Kimisi Hanya içlerine ulaşmak için önce Gonya Manastırı önünden geçilmesi gerektiğinden bahsediyor. Kimisi bölgede çok kanlı bir çarpışmanın gerçekleştiğinden bahsediyor. Kimi sürgün vs. ihtimallerden bahsediyor.

Dediğim gibi neler yaşandı pek bilinmiyor. İlber Ortaylı’nın son kitabında bahsettiği gibi tarihi yazmak konusunda ne kadar rezil bir noktada olduğumuz aradan yüzyıllar sonra böyle böyle şeylerle daha net ortaya çıkıyor. Okumadıysanız; İmparatorluğun Son Nefesi kitabını öneririm.

Velhasılı sözün doğrusu Hanya’yı Gonya’yı görmek olacak. Tabi artık en seksi yayınevlerimizde bile Gonya; Konya olarak geçtiği için garip karşılanacak ama biz hatayı sürdürmeyip doğrusu ile devam edelim derim. Konya’nın konumuzla bir alakası yok, kendisini alkışlarla yerine alıyoruz.

uçurum

Bitmiyor abi, bir kez girdik madem @cbabdullahgul moduna devam edelim. Ben de arada unutuyorum öğrendiklerimi, buraya yazmam kendim için de hatırlatıcı olacak.

Ana gibi yar, bağdat gibi diyar olmaz atasözünü de çok kullanırız hepimiz. Anne başka ya, anne çok güzel, anne bir tane :***** sözcüklerinden sonra gelir muhtemelen. Olaya çok içerlenmiş babalar cephesinden de temelsiz bir uydurma gelir genellikle Ana gibi yar baba gibi diyar olmaz şeklinde. Sonra birileri hıyar mıyar der tabi de bizim tasvip ettiğimiz bir söz değil kendileri. :D

Hıyar mıyar deyince tabi konu bi cıvıdı, bi seviyesi düştü farkındayım ama birazdan anlatacaklarımla yeniden Hanya Gonya etkisi yaratacağım, az sabır! :)

Şimdi bu atasözümüzü ele alırken Anne ve Bağdat ilişkisinden yola çıkacağız.

Neden Bağdat?

Neden anne?

Neden ikisi aynı atasözünün içinde kullanılmış?

Birilerinin bu soruyu sormasının zamanın geldi de geçiyor bile! O zaman biz soruyoruz!

Ne alakası var Anne ile Bağdat’ın?

Yok, onun da yok işte. Fotoğrafını bulamadım bir türlü ama orada bahsedilen şey canımız ciğerimiz annemiz değil Bağdat yakınlarında Ane adındaki bir yar. Yar derken o anlamda değil, uçurum anlamında. Ane gibi uçurum Bağdat gibi şehir olmaz gibi düşün. Sırf benzediği için alakasızca uydurulmuş, uydurulmakla kalmamış TDK bile kabul etmiş.

Yine de biz doğrusunu öğrenip o anlamda kullanalım.

Ane gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz. 

m_363

Bir tane de geçen gün Tahir ile konuşurken öğrendim. Yazışırken dalgınlıkla dananın kuyruğu yarın kesilecek dedim. Tahir de düzeltti, kopacak o olm diye. Adam ailecek bilgi yarışmasından çıkmıyor ki kardeşim, o düzeltmeyecek de ben mi düzelteceğim. :D

Merak ettim tabi üzerinde kısa süre de olsa durunca. Neymiş bu deyim, nereden geliyormuş diye.

.. ve şu soruyu sordum kendi kendime. :D

Ne alakası var dananın kuyruğunun kopması filan?

Rivayete göre Osmanlı döneminde sürekli rüşvetle iş gören bir kadı (hakim) varmış. Çok önemli bir dava gündeme gelmiş ve dava öncesi taraflardan biri kadı efendiye güzel bir dana hediye etmiş. Tabi diğer taraf altta kalır mı o da bir dana yapıştırmış. Ne olacak şimdi? İki tarafta danasını getirdiğine göre ortaya adilce bir karar çıkması gerekiyor. Tabi bizim kadımız çok alışık olmadığı için böyle bir duruma iki danayı kuyruklarından birbirine bağlıyor.

İki danaya da aynı anda iğne batırılıyor. Çözüm ise şu; hangi dananın kuyruğu koparsa o suçludur. Tabi rivayet bu, kopuyor danalardan birinin kuyruğu, kendilerince adaleti sağlamış oluyorlar sözüm ona filan. Yani benim edindiğim bilgi bu yönde, çok saçma geldi, böyle bir şeyin yaşanmış olabileceğine ihtimal vermiyorum ama belki kulaktan kulağa aktarılan hikaye gibi bir şey olup dile yerleşmiş olabilir.

Velhasıl dananın kuyruğunun kopması mevzusunun temeli bu şekilde deniliyor.

Nasıl kuzucuklar pırıl pırıl olduk mu biraz?

 

Kategoriler
Kişisel

Olan biten

Zor bir dönemden geçiyorum. Hayatım alt üst oldu kazadan sonraki süreçte. Yani bir tek kaza şoku değil devamında da bombok gitti tüm işlerim. Psikolojim de onunla orantılı kırılganlık gösterdi normal olarak. Zaten hiçbir zaman çok güçlü biri olduğumu iddia etmedim, fazla duygusal oldum küçüklüğümden bu yana.

Dünyada olup biten hiçbir şey hakkında söz sahibi olamayacağım,  dahası oturup birine doğru düzgün bir cümle kuramayacağım gibi güvensiz ve zayıf bir hale büründüm. İç dünyamda kendi kendimi onarmak için olabildiğince uzaklaştım tüm insanlardan. Bilirsiniz işte standart depresyon belirtileri. Kitaplar, bilgisayar oyunları, iş ve kurmaca hikayeler yazmak gibi şeylere odaklanmayı denedim. Gerçeklik algım ilk günler kayıp gibi bir şeydi. Nerede olursam olayım arabanın içinde savruluyor ve binlerce kez arabanın kapısını açıp ters dönmüş kamyon ve diğer otomobile bakıyordum.

Süreç benim açımdan biraz da gözlem deneyimi sağladı. Bir mezarlık ile odam arasındaki mekan farklılığına yön veren etkenleri düşündüm bolca. Nasıl oluyor da yaşıyorum? Benimle aynı gün kaza yapan ünlü bir kız vardı; öldü o. Bir gün önce Schumacher sakatlanmıştı; hala yaşıyor denilemez ne yazık ki. İnanılması mümkün olmayan şeyler oluyor bazen.

Bazen tüm şartlar uygunken ölemiyorsun.

Bazen sevmeye imkanın varken sevemiyorsun.

Bazen gülmen gerekirken gülemiyorsun.

Bazen mümkün olmadık şeyler mümkün, gerçek olmasına imkan olmayan şeyler de gerçek oluyor. Hayatta olup bitenler için sebep aramamak gerektiğine inanmaya başladım. Hayır öyle spritüalist bir odanın kapısını açmak değil kastettiğim, sadece artık “neden” sorusunu daha az sormaya başladım. Her şeyi olduğu gibi kabullenebilmek anlatmak istediğim. Oluyor. Olmasın desen de oluyor, olsun desen de oluyor. Bazen de olmuyor.

Çok sevdiğim bir yazı vardı ekşi sözlükte neden ben değil de o adında.

bornova merkezden iniyoruz küçükpark’a doğru. yanımdaki eskilerden bir sevgilim, çok zaman geçmiş ayrılalı ama arada görüşüyoruz hala. canım sıkkın, konuşmuyorum pek. o ise her zamankinden biraz farklı, daha dikkatli, daha sessiz yürüyor yanımda, biraz da beni izleyerek.

“ne oldu, ayrıldınız mı?” diye sordu,
“evet” dedim kısaca.
“çok mu seviyordun? canın yanmış, hayret”,
“hı hı”
birkaç adım daha, biraz daha sessizlik ve soru;
“neden ben değil, neden o?”
kafamı çevirip bakıyorum ona, merakla soruyor bunu, inanarak ve ben daha çok şaşırıyorum buna.

ahmet diye bir oğlan var bizim köyde, sonradan göçenlerden. deli biraz. koyunları vardı babasının seksen tane kadar, bir gece dağda otlatırken, durup dururken hepsini bıçaklamış koyunların, delik deşik etmiş, öldürmüş. bir tanesi hariç. içlerinden birini bırakmış sadece. sebebini soruncalar “acıdım” demiş. kalan 79 koyuna neden acımadığını hala bilen yok. bazı şeylerin sebebi olmaz. bazen sadece olur. bazen yaşarsın, neden o 79 dan biri olmadığını bilemeden. bir talihsizlik ya da büyük şans yok anlıyor musun, bazen sadece yaşarsın, bazen sadece başına gelir. evren umduğumuz kadar seçici değil aslında, sen 80’de 1 değilsin, kalan 79’a açıklayamazsın bunu. neden ben değil? neden o? sorusu, fikri, düşüncesi bir ömür bırakmaz peşimizi. sevmek her şeye yetecek sanırız. bazen de hiç aldırmayız, umurunda olmaz, inan zerre umurunda olmaz, 79 tane aşkı boğazlarsın, delik deşik eder, öldürürsün. bir kez seversin, çakıldın. 79 da birsin, o bıçak senin boğazında artık. bir aşk yok orda, bir talihsizlik, yapılmış bir haksızlık yok. sana acıyan bir tanrı yok, tanrı sadece nasıl hayatta kaldığınla ilgileniyor aslında, yaralarınla değil. senin sikik mutsuzlukların kimsenin umurunda değil. olur bazen, kaçamazsın, önlem alamazsın, saklanamazsın. hepimiz birbirimizin celladıyız, bıçağımızı sallaya sallaya gezerken bir gün bakıyoruz ki akan o kan bizim. işte o saatten sonra yaşamaya başlıyoruz kişisel trajedilerimizi. ve hala o kadar bencil oluyoruz ki kafamızı bile çevirip bakmıyoruz bizimle birlikte kanayan diğer 78’e. soru yok, kimse kimsenin umurunda değil. işte bu var yalnızca.

“sen hiç umurumda bile olmadın ki benim” diyemedim ona. onda benim yaram saklıydı bende bir başkasının. kafamı önüme çevirdim tekrar, bakmadım, oralarda bir yerlerde yavaşça sızıyordum hala, cevap bile vermedim benimle birlikte kanayana.

Böyle bir şey işte. O koyunlardan biri olabiliyorsun, bazen de olamıyorsun.

***

Bir diğer konu da yüzeysel olmak. Göstermelik bir takım ritüelimsi ama kesinlikle içtenliği sorgulanmayı hakeden davranışlar.

Örneğin ölümün kokusu halen üzerinde olan birini arayıp yanında olduğunu hissettirmek yerine whatsapp üzerinden yazan ve gelip o adama trip yapan enteresan insanların varlığı. Mide bulandırıcı. Kendini yetiştirememekle alakalı olduğunu düşünüyorum. Karşılaştığım zor durumlar çevremde sağlıklı bir filtrasyon yapmamı da sağladı. Hali hazırda zaten yalnızlığına aşık biri olarak eve dönüşümün mutluluğunu yaşıyorum ayrıca.

***

Bir de güven mevzusu var ki başlı başına o konu üzerinde durmam lazım bir ara. İnsanlara paranoyakça yaklaşan, kimseye güvenmeyen tiplere acayip uyuz olurdum. Default olarak insanlara sevgi ile yaklaşır, zamanla tanıdıkça varlıklarından düşerdim değerlerini. Çok büyük yanlışmış, insan hayatta en güvenilmemesi gereken, düşene en çok tekme atmaya meyilli, iki yüzlü, aşağılık, pislik, onur yoksunu bir varlıkmış. Neler yaşadım, ne tür insanlarla muhatap olmak zorunda kaldım anlatsam inanmak istemezsiniz.

***

Kendi kendime de bu şarkıyı armağan ediyorum her ne kadar hayatımın melodisi şu sıralar tümüyle bundan ibaret olsa da.

Dayan küçük domates her şey güzel olacak bir gün. Yaşıyorsan her zaman umut vardır! diyorum. Yani olmak zorunda.  Ne kadar boktan başlarsa başlasın 2014 benim yılım olacak! Hiç kimse sonsuza kadar mutlu olamadığı gibi mutsuz da olamaz. Önemli olan yaşamak, gerisi zaten bir şekilde gelmek zorunda.

Karmakarışık bir yazı oldu ama nasılsa çok fazla insan okumuyor, bir gün gelir daha düzgün şekilde yazarım. Şimdi biraz şarap dinginliği var üzerimde, kucağımda bebek gibi yatıyor bu yazıyı yazarken. :) Kahrolsun kadehler, yaşasın tam bağımsız şişeler!

Kategoriler
Kişisel

Bir karış

bir karış

Hakettiğimi düşünüyorum aslında bu gece eğlenmeyi. Mutlu olmalıydım. Doğum günüm benim bu gece hem çifte anlam taşıyor yani bilenler bilir.

Gece duş almıştım, saçlarım kıvırcıktır benim biraz da uzun olduğundan dolayı resmi ortamlara pek uygun bir görüntü olmuyor. Yol boyunca en azından berem kafamda olsun ki saçlarım bir nebze olsun yatışsın dedim.

Bir fincan kahve hazırlamıştı annem, sabahın 06:00’nda ne kadar iyi gelmişti anlatamam. Hızlıca hazırlandım. Babamdan navigasyon cihazını ödünç istedim, aslında yandex navigasyon var ama onun sesi çıkmıyor nedense iphone’da. Bilemedim ben yolumu, teknolojiye emanet ettim kendimi.

Ceket ile araba kullanamam ben genellikle sol arka koltuğa koyarım, yanında çantam ve bu kez evraklarım da vardı. Rocco şeker vardı hemen sağ tarafımdaki bölmede, bir tane atıverdim ağzıma. Aynalarımı kontrol ettim, emniyet kemerimi taktım ve vitesi boşa alıp arabayı çalıştırdım. Farlarımı yaktım. Sokaktan sakince ayrıldım.

Radyoda salak saçma şeyler vardı. Joy FM, Capital, Fenomen sabah saatlerine göre saçmalıyorlardı ya da benim istediklerim onlar değildi. Yolum uzundu. Müziğim bu olmamalıydı.

Daha yeni başlıyorsun Varol dedim kendi kendime. Best FM’deki Gazoz Ağacı’nı dinleyerek otobana bağlandım.

Trafik kazasından bahsediyordu, Maslak civarında olmuştu yanlış hatırlamıyorsam, yolcu otobüsü devrilmiş çok sayıda kişi ölmüştü. Harika! Güne başladığım habere bakar mısın?

Doğum günüm bugün, içimdeki o korkuyu yine hatırlamadım desem yalan olur. O müthiş ironinin beni bulacağına sebepsizce inandırdım nasıl olduysa kendimi. Gece de Schumacher’in kazasıyla ilgili bir şeyler paylaşmıştım facebookta. Sakin dedim Varol, sakin.

Yağmur yağmakla yağmamak arasında gidip geliyordu. Sileceği sürekli çalıştırsan gacır gucur camdan ses geliyor, ara ara ben temizletsem camı çok uğraştırıcı oluyordu. Keşke çok yağsa saçma sapan bir yağmur dedim kendi kendime. Hiç yağmadı çok, hep çiseledi yol boyunca.

İstiyordum ki günün doğuşuyla birlikte eşsiz manzaralardan geçeyim, yolun tadını çıkarayım. Mupmutlu bir günüm olsun. Berbat bir dönemden geçiyorum çünkü.

Annem’in ameliyat olacak olması

Şirketteki yoğun tempom

Kendime hiç zaman ayıramayışım

Sigarayı bıraktıktan sonra yaşadığım boşluk hissini hala tam olarak dolduramayışım

Bazı baştan sona ego dolu insanların eblek eblek tavırlarına artık katlanamayacak yaşa gelişim vs.

Kabul edilebilir sınırlarda değildi benim için dünya, belki de mevsimseldir bilmiyorum ama ne bileyim. İyi değildi sanki hiçbir şey. Güzel şeylere ihtiyacım vardı. Manzaram, müziğim bana kendimi iyi hissetmem için şans tanıyacaktı.

Hava berbattı, kapalı, koyu, kasvetli olsa o bile güzel ama o da yok. Bok gibi resmen!

Bkuogi8IMAA3dZ4

Sakin sakin yolumda ilerlerken önümde büyük bir kamyonun arkamda da bir otomobilin olduğunu gördüm. Sollamak için mesafe gayet uygundu. Sola sinyalimi 5 saniye öncesinden açık tutmam ve aynadan epey geride olan otomobili görmemle sola geçmeye başladım. Şerit çizgisini eze eze ilerliyordum ki gerimdeki otomobil birden hızlanmaya başladı. Öyle böyle değil, şerit üzerinde arabanın yarısı geçmişken bu son sürat arkamdan kontrolsüz bir şekilde gelip beni sıkıştıracaktı. Hafif bir fren.

Islak ve kaygan zemin.

Önümdeki kamyon.

Kamyona doğru savrulmak.

Ona çarpıp airbaglerin açılmasıyla müthiş kuvvetli bir gücün içerisinde 9-10 tur kontrolsüz bir şekilde savrulmak.

Kamyonun damperinin benim üzerime çıkışı, ön tarafına diğer otomobili alıp ters dönüşü.

Bir karış daha içeri girecek damper ile başımın parçalanacak oluşu.

Kamyon ve otomobilin görenleri dehşete düşürecek şekilde iç içe geçip iki şoförün birden kamyonun içinden sağ çıkışı? Evet otomobil sürücüsü kamyonun içinden çıktı!!

Benim bir karış ile feci iğrenç bir ölümden kurtuluşum.

Sağ ön taraftaki mazarayı gördükten sonra Esma da benimle gelsin en azından yol arkadaşım olur diye aklımdan geçirip iyi ki gelmemiş diye içimden derin bir oh çekişim.

Birinin sigara uzatışı.

Yerlere saçılmış portakallar ve su şişeleri.

Ambulansın gelişi.

Hastaneye kaldırılışım.

Bir sedyeye bağlanışım.

Sedye üzerinde hastaneye taşınırken annemin hissedip araması ve benim hiçbir şey yok annecim dememe inanmayışı.

Röntgenler, muayene ve serum faslı.

Velhasıl kimsenin ölmeyişi.

Ölümün bir karış önüme kadar gelip orada duruşu. Ölümün gören kimsenin aklına mantığına sığmayacak şekilde 3 arabaya da uğramayışı.

Ölümün ben varım hem de doğum gününde diyerek yüzümü okşaması.

Kolumdaki bir kaç sıyrık ezik vs. den başka bir bokumun olmayışı.

Unutamayacağım çok doğum günüm oldu ama sanırım bu en harikasıydı. İnanılmaz bir şekilde bugün evimdeyim ve tek parça olarak bu satırları yazabiliyorum.

Doğum günü pastamı almış Esma, üfledim mumları. Bir dilim uzattılar. Hala yiyemedim. Bakıp bakıp duruyorum pastama. Gözlerim doluyor.

Duygu sömürüsü değil de ne bileyim yazmaktan başka hiçbir şeye gücüm yetmezmiş gibi hissediyorum şu an. K0nuşmak bile çok zor geliyor.

Bardağın boş kısmını gördüğümün farkındayım, bir kaç gün sonra kişisel devrimimi hala gözümün önünden gitmeyen o karelerle yapacağım muhtemelen. Yalnız zamana ihtiyacım var biraz.

2014 ve sonraki diğer yıllar sizden hiçbir isteğim yok 2013 gibi olmamanızdan başka.

 

Kategoriler
Kişisel

Galatasaray ve Kelt Kavmi Arasındaki Müthiş Bağlantı

Şimdi öyle bir sallayacağım, öyle bir temelsiz bağlantı kuracağım ki aklınız hayaliniz durur.

Aklıma nereden geldiyse eski Kelt uygarlığı takıldı. Az biraz araştırayım derken ilk şokumu yaşadım. Benim İskoçya’nın damalı eşekleri olarak nitelendirdiğim Celtic takımının adı aslında Kelt anlamına geliyormuş. Celt Kelt ;) Çaktın mı? Yaaa.

Az dur bak şimdi olay bu değil tam olarak.

celtic-warriors

Keltler bildiğin gibi Spartacus dizisinde de yer alan savaşçı gruplardan biriydi. Adamlar cidden iyi savaşçılarmış ama teee şu an Galler’in bulunduğu Büyük Britanya’nın asıl sahipleriymişler. Savaşa savaşa, onu bunu döve döve ta bizim Anadolu’ya kadar gelmişler.

Düşün bak o zamanlar vize alayım, havaalanında pasaport kontrolünden geçip geleyim yok. Vuruyorsun yolun dibine, karı var, ayazı var, hareket çekeni var, türlü türlü macera. Nitekim bu abiler dinlemiyorlar abi dıgıdık dıgıdık geliyorlar bizim güzel coğrafyamıza.

Her neyse burada biz yokuz tabi o zamanlar, biz taaa Orta Asya taraflarındayız, ya da kavimler göçüyle ittiriyoruz diğer kavimleri ileri doğru arkadan tıkışık tıkışık depiştiriyoruz dünyadaki kültürleri.

Bulunduğumuz topraklarda kaynak popom olmakla beraber Helenler varmış.

KELT MÜZİĞİ

Bu abiler tabi isyanın, coşkunun dibindeler, açıyorlar Anadolu’nun kapılarını bizim geldiğimiz değil de öteki tarafından. Abi ne Ankara’sı, ne Çorum’u, ne Yozgat’ı kalıyor. Vura vura geliyor namussuzlar!

Tabi bu adamlara biz şimdi Kelt deyip geçiyoruz şimdi ama o zamanlar Helenler Keltai diyorlarmış. Romalılar da Galli yani Gallus. Keltlerin bir halkı bu abimler anlayacağın, aşiret tarzındalar.

Velhasıl bu bizim Kelt abiler Galatai olarak anılıyorlar burada. Tekil hali de Galates. Bak bak görüyor musun ne oluyor İngilizce’de? ES takısı geliyor çoğul yapmak için. Elin Helen’i binlerce yıl önce tam tersini yapıyor, siz çok biliyorsunuz ya hımmna. He She It’de neden koyuyoruz o içine tükürdüğümünün ES’ini orası da ayrı bi soru işareti benim için, bilen şeyetse sevinirim.

celtic-viking-warrior

Neyse ya işte Kelt’ler yani Galatesler yani Galatyalılar çok fena giderleşiyor Romalılarla. El kol hareketleri, efendime söyleyeyim uzaktan uzaktan küfürleşmeler, sen ne diyon lan, asıl sen ne diyon lan, sen kimsin oğlum, asıl sen kimsin oğlumlaşmalar filan ortalık fenaaaa. Giriyorlar abi bunlar birbirlerine. Romalılar çakal tabi, veriyor Keltlere ayarı ama o kadar kolay olmuyor tabi.

Romalılar Avrupa’ya doğru bunları geri itelerken Galatyalı yani Kelt abimler Yunanistan’da bir kenti yakıp yıkıyorlar, yar etmeyiz lan size buraları diye her türlü atarı yapıyorlar. Yalnız 20.000 kişi kadarlar ve kadınlı erkekli saldırıyorlar. Öyle yok kadın otursun çocuk baksın, adam kahvede taş dizsin filan. Herkes alıyor kılıcını, baltasını çıkıyor kelle avlamaya. Yetmiyor Yunan’a atarları bir de geçiyorlar İstanbul’un karşısına, her türlü taciz, pis pis konuşmalar, ayıp ayıp sözcükler filan iyice sinir ediyorlar adamı. İstanbul’un o zamanki yerlileri Byzantionlular da diyor ki abi o zaman bak siz gelin efendi efendi Adapazarı tarafında konaklayın, oturun kalkın, yiyin için hiç bize bulaşmayın, edebinizle kaçar göçersiniz Avrupa’nıza bizim ağzımızın tadını bozmayın diyorlar.

4116208_orig

Velhasıl Keltler de 1 kış ayını soğuktan popoları donmasın diye İstanbul’da geçiriyorlar. 20.000 kişilik grubun bir kısmı burada kalıyor ve geri kalanı yoluna devam ediyor.

Kalan Galatyalı yani Kelt abimler zamanla asimile olsalar da bugün Galata olarak bilinen bölgeye adlarını binlerce yıl öncesinden veriyorlar.

Aradan yıllar geçiyor, o topraklardan türlü devletler, beylikler, imparatorluklar… Galata bölgesinde Gül Baba adında bir derviş yaşıyor. Dönemin hükümdarı bir av seferindeyken Gül Baba ile rastlaşıyor ve aralarında geçen konuşmalardan ötürü (şimdi hiç uzatmak istemiyorum) Galata Sarayı Enderûn-u Hümayûnu adlı okulu kurdurtuyor. 

Yıllar yılları takip ediyor, o liseden yüzbinlerce öğrenci mezun oluyor, bir gün 1905 yılının sonbaharında, lisenin 5. sınıfında Ali Sami Yen adında bir genç futbol takımı kurmaya karar veriyor.

Binlerce yıl önce bu topraklara gelmiş Keltlerden adını alan Galatasaray Futbol Takımı sanki adını aldığını kavmin ruhuna da sahipmişçesine bir anlayışla yoluna devam ediyor.

KELT MÜZİĞİ

 

Ben nasıl oldu da bu kadar uzun yazdım bu yazıyı anlayamadım, kısalta kısalta gidiyorum sanıyorum bir de. Valla daha o kadar çok şey anlatacaktım ki inanın yazarken korktum çok uzun oldu okunmaz diye. Atladığım yerleri daha sonra uzun uzun ve saçma sapan temelsiz bilgilerimle tekrardan yazarım. :D Bu enteresan bilgiyi tweet atarak paylaşmayı düşündüm bir ara ama nasıl sığacak la onca konu diye düşünüp, gelip blogda saçmalayayım dedim. :D

Son olarak ne koydu lan frikikten Burak Yılmaz ahahha :D

Kategoriler
Kişisel

Delirsem?

Hakan Günday’ın Daha kitabını bugün sabah saatlerinde bitirdim. Nasıl yaldır yaldır okuyorum ama görseniz, elimden bırakamıyorum, sağolsun bir de öyle çok altı çizilecek cümle yazmış ki; renkli kalemimin yarısını tükettim neredeyse.

Kitapta beni en çok vuran sahne Gazâ’nın her şey yolunda giderken bir anda aklının iplerini salışıydı sanırım. Spoiler vermekten çekiniyorum fakat bahsetmeden de edemeyeceğim, kusura bakmasın kimse. Kitap hakkında daha sonra yazacağım, bu yazının amacı eğer ben delirme cesareti gösterseydim gerçekten neler yapardım. Zihnimi arındırıp düşünüyorum da sanırım birazdan anlatacaklarım anlamsızlıklar tam olarak istediğim şeyler gibi duruyor.

Normallik ile delilik arasında çok ince bir tel vardır bilirsiniz ya hani, bir adım sonrası çılgıncası bir şeyken aynı istikamette yürürsen hiçbir şey değişmez. Sizler için de aynısı olur mu bilmiyorum ama bazen o teli kopartıp bırakmamak için kendimi zor tutuyorum. Mesela çok önemli bir toplantı esnasında şarkı söylemek, evet tam olarak bu geçiyor içimden. Şarkı dilimin ucunda, hatta kendimin bile zor duyabileceği bir tonda söylüyorum bazen, lakin; “evet abi tel tam olarak şu an kopmuştur” diyebileceğim bir an yaşamadım.  Şimdiye kadar telim kopmadı ama bu kopmayacak anlamına gelmiyor. Zaten o bir kez kopsa muhtemelen geri dönüşü çok zor olur. Hakan Günday tam da benim aklımdan o telin kopuşunu içimden geçirebileceğim bir anda teli koparttı Gazâ üzerinde. Mükemmeldi! Sonrası hele, kapkaranlık bir deponun içinde ıslak zemine serilip uyumak. Bazen benim de aklıma buna benzer şeyler gelmiyor değil. Manyak mıyım neyim ben bilmiyorum. Bilinçaltımda neler yatıyor böyle hayret ediyorum kendime. Normal olabilmek için çaba sarfettiğim anlarımın olması umarım normaldir. Doğru söyleyin abi sizin de oluyor değil mi böyle şeyler, yoksa üzülürüm cidden bak :(

Mesela uzun yolculuklarda hiç dikkat çekmeyecek bir yeşillik ya da kırsaldan geçersin ya. Bak fotoğraf göstereyim, tam anlatamayacağım şimdi.

Bu bizim yolda gördüğümüz niteliksiz bir manzara ya hani, hiçbir özelliği yok dağ var, taş var işte ben oraya koşmak istiyorum. Alttaki fotoğrafın en yüksek noktasına çıkıp kendimi oradan önemsiz ve niteliksiz bir manzara gibi izlemek istiyorum. Sonra yine koşmak.

7

 

 

Alttaki fotoğraftaki bozkır da olabilir mesela. Tabi yine yan tarafta uzanan sarımtırak arazinin bir niteliği var, en azından düz bir alan. Ben düzlük de istemiyorum, hiçbir anlamı olmayan bir yere doğru yürümek istiyorum.

road

Şöyle ölmüş bir ağacın altında yönümü kaybettiğim için karamsarlık yaşamak istiyorum. Halbuki net olarak ulaşmak istediğim bir hedefim filan da yok fakat bilinmezliğe gidişin içindeki o minik ve kaçınılmaz çaresizlik hissini burada yaşamalıyım.

dead tree

 

Yine niteliksiz bir mekanda, kimsenin gördüğü için memnun olmayacağı bir yerde oturup kitabımı okumak istiyorum. Kitabın bana dış dünyayı hatırlatmasını tercih etmezdim yalnız, daha ruh halime uygun bir şey olmalı. Belki özgürlük hissini hatırlatan şeyler, Jack Kerouac olabilir, Beyaz Zenciler olabilir. Bu arada kendimi Beyaz Show’daki şişe dibi gözlüklü psikopat tip gibi düşünmeye başladım. :D Aklımın ipi salındığında neler olabileceğini tahayyül ediyorum sadece, abartmayın! Halen normalim, delirmedim daha. :/

 

bish lands

 

Belki yolumun üzerinde “kesinlikle bu kadar bakımlı olmayan” terkedilmiş bir ev bulur ve sığınırdım içine. Uyumam için tahtadan bir bank bile yeter yani bir gece geçirsem kafi. Biraz dinlenir ve aklımda kopmuş o telin kendini onaracağı ana kadar özgürce tüm bu anlamsızlıkların içinde yeniden koşmak isterdim.

 

house

 

Korkmuyor değilim kendimden açık konuşayım, belki bir gün gerçekten telim kopar ve normallikle delilik arasındaki o çizginin hiç geçmediğim tarafına geçerim. Bilinçaltımdaki bu bilinmeze gitme isteğinin sebebi hakkında hiçbir fikrim yok.

Bu arada Hakan Günday’ın Daha’sını mutlaka okuyun. Adam cidden aşmış, bir sonraki yazım onunla ilgili olacak. Bu yazıda telin kopmasından bahsetmek istedim, aslında bu da minik bir tel kopuşuydu mesela düşündüğünde, çünkü ilk önce yazmak istediğim Hakan Günday’dı (ilk paragrafta anlaşılıyor), öyle başlayıp bu konuya karar verdim sonradan.  Of anam of, gidişat hiç iyi değil, ben deliriyorum galiba lan. :(

Aklıma bu karikatür geldi :Dumarim-bi-delilik-yapmamFotoğraflar: Théo Gosselin