Kategoriler
Kişisel

Hungarian Dance No:5

Brahms-Johannes-08
johannes brahms

Canımı sıkan şeyler olduğunda insanlara anlatıp bir şey üretememek yerine kendi kendime yazıp bir şey üretememeyi tercih ederim genellikle. Yazmak güzel şey ama artık yazacak, daha doğrusu yazıp insanlarla paylaşmaya değecek bir şeyler bulmakta zorlanıyorum. Blog yazayım ama ne yazayım? Neden bahsetmeliyim? İnsanlar benim blogumu okuyarak ne öğrenebilir? Bunlara olumsuz cevaplar bulduğumda -ki neredeyse her zaman olumsuz cevaplar buluyorum, o zaman başımdan geçen olayı kendi kendime yazarak anlatmayı deniyor ve bir şekilde sakinleşiyorum. Cidden sakinleşiyorum ama öyle böyle değil, yazmayı bitirdiğimde ilk anki öfkemden eser kalmıyor. Eğer benim gibi bazen öfke kontrolü sorunu yaşayan biriyseniz mutlaka deneyin derim. Kimsenin okumasına gerek yok, bazı şeylerin akıp gitmesi gerekiyor, bunu yazarak başarabilirsiniz.

Bir sakinleşme yöntemim de müzik dinlemek. Lakin wiggle wiggle gibi değil. Ahah seviyorum zenci arkadaşların kafalarını, wiggle wiggle dinliyorum abi neden dinlemeyeyim ama ben bu tür müziklerle sakinleşemiyorum. Kafamı en temiz klasik ya da enstrümantal müziklerle dağıtabiliyorum.

Az önce de en sevdiğim parçalardan biri hakkında yeni bir şey öğrendim, gelip blogda paylaşayım dedim. Hani şu meşhur Hungarian Dance No:5 var ya;

hani Johannes Brahms abimizin bestelediğini düşündüğümüz. İşte onun çok farklı bir hikayesi varmış. Meğersem Hamburg civarlarında zengin bir hayat süren Brahms, kentine gelen Macar bir çingene kemancı olan Ede Remenyi ile tanışır. Yanına alır, besler büyütür, üst başlar, atlas yorganlar sırmalı fistanlar verir, adam eder. Yahu der, Ede’ciğim yedirdik içirdik o kadar, anlat hele ne var ne yok sizin oralarda güzel kardeşim? Tabi gurbette olan Ede’nin burnunda buram buram Macaristan tütmektedir o vakitler. İhtiyar anası, kağıt toplamaktan elden ayaktan kesilmiş babası, komşu Isabella teyzenin kızı Emanuella ile ettikleri danslar filan. Sonra bir şimşek çakar Ede’nin kafasında. Abi bizim Macarlar şöyledir, böyledir, efsane parçalar var bizde ya, youtube’a yüklesek 1 aya kalmaz Justin Bieber kadar meşhur oluruz filan sayar da sayar.

s3-b
ede remenyi

Gaza gelen Brahms abi; süpermiş ya olay, sen dökül bakayım ne var ne yok anlat abine der. Velhasılı Ede verir Macar danslarının ezgilerini, hepsi birer anonim halk türküsüymüş gibi. Zaten o döneme kadar Beethoven dolayısıyla acayip şevki kırılmış bir insandır Brahms. İçine kapanıktır, özgüvensizdir, Beethoven denince eli ayağı titrer filan. Alman mükemmeliyetçiliği işte abi, adam bir başkasından daha iyisini yapamayacaksam neden yardırayım boşuna diyormuş galiba. Hatta Hermann Levi’ye şöyle bir mektup yazmış kendileri;

«Ich werde nie eine Symphonie komponieren! Du hast keinen Begriff davon, wie es unsereinem zumute ist, wenn er immer so einen Riesen hinter sich marschieren hört.»

“Hiçbir zaman bir senfoni bestelemeyeceğim! Sürekli olarak ardından böyle bir devin (Beethoven) yürüdüğünü duymak insanın basiretini nasıl bağlıyor, hiç bilemezsin.”

Tabi Ede’den aldığı bilgilerle 21 tane dans eseri oluşturur. Bunlardan en ünlüsü bilindiği ve yukarıda paylaştığım üzere Hungarian Dance No:5’tir. Yalnız işin enteresan tarafı bu Johannes Brahms’ın düşündüğü gibi anonim bir dans değil, bilakis Bela Keler adlı Macar bir müzisyene aittir. Memory of Bardejov op. 31 adlı eserinin 2:57. saniyesinde dinlenebilir.

Kéler_Béla
bela keler

Sonrasında neler olduğu hakkında bilgim yok, Bela Keler basın önüne çıkıp Johann Brahms’ı hırsızlıkla suçladı mı, Ede Remenyi, ben ne biliyim amına koyim dedi mi, Johann Brahms evine kapanıp depresyon hırkasını giyip, kahve, kitap, kedi üçlüsüne dadandı mı? Gerçi kedilerden nefret eden bir tipmiş kendileri, hatta okla kedi vururmuş. Öyle de manyaklıkları varmış. Neyse işte sonrasında neler döndüğünü bilmiyorum.

Yalnız tıpkı Nikola Tesla vs. Edison meselesindeki gibi bir hak yeme durumu söz konusu. Her daim mazlumun yanında yer almazsa ölecek hastalığı genlerine kodlanmış bir Türk genci olarak öğrendiklerimi sizlere aktararak vazifemi yerine getirmiş olayım, gayrısı beni ırgalamaz.

Geçmiş gitmiş gün ya boşverelim, Martynas Levickis’in eğlenceli yorumuyla bitirip dağılalım bence.

Kategoriler
Kişisel

Ipad Air almak mantıklı mı?

vHlofqu

Geçenlerde çok büyük bir risk alıyormuş gibi hissedip, hayatımda nelerin değişeceğini doğru düzgün bilemeden gidip bir Ipad Air aldım. İlk çıktığı zamanlar Apple saçmalıktır diyen ben hem telefon, hem tableti Apple’ladım. Gerçi telefonumu yenilemem gerekirse artık Iphone serisine devam etmek istemiyor ama bakalım, şimdilik her işimi görmeye devam ediyor emektar Iphone 4’üm.

Neyse bu yazıyı yazma amacım araştırırken ciddi anlamda Ipad Air bana neler katabilir, gündelik yaşamıma faydası nedir, bir telefondan avantajı/dezavantajı neler olabilir, tablet benim için gerekli mi sorunsallarına tatmin edici cevaplar bulamamamdı.

Neden Ipad Air aldım?

Benim tablet alma nedenim biraz saçma biraz da mantıklıydı, hangisi olduğuna karar veremedim. Fotoğraf makineme lens mi alayım, yoksa çıktığım tatilde nispeten hem ufak tefek fotoğraflar çekip, hem de laptop yükünden mi kurtulayım seçenekleri arasında kalmamdan dolayı tablet almaya karar verdim. Fotoğraf makinemi geçtiğimiz aylarda Tahir’in yardımıyla değiştirdim, full frame bir makineye geçiş yaptım fakat üzerindeki lens yalnızca portre çekime uygundu, ben ki eğer canı fotoğraf çekmek isterse (uzun süredir böyle bir şey olmuyor ne yazık ki :( ) manzara çekmeye daha meyilli biri olarak fotoğraf makinemin üzerindeki lensin kısıtlılığına tahammül edemiyordum. Tatile çıkarken de FF bir lensin dev bütçesine bayılmayayım diye nispeten geçici bir çözüm olabilecek hem de pratik bilgisayar işlevi görecek Ipad’e yöneldim.

Ipad ile hayatımda neler değişti?

Uçmayı öğreniyorum, az kaldı! :P

Ipad kullanan arkadaşlarıma soruyordum, neler değişti hayatınızda diye, aldığım cevap birkaç istisna dışında hep aynıydı. “Evde artık bilgisayar açmıyorum!”

Cidden doğru söylüyorlarmış, test ettim ve onayladım, Ipad aldığım günden bu yana bilgisayarı yalnızca blog yazmak için açtım. Diğer tüm işlemlerimi geniş geniş tablet üzerinden gerçekleştirebiliyor(muş)um.

Tatilde çok işime yaradı, fotoğraftan ziyade bol bol video çektim gittiğim yerlerde. Elinizden düşüremediğiniz için ister istemez bir çok şeyi ölümsüzleştirme ihtiyacı hissediyorsunuz. Bir de benim aile içi hatıraları dijitalleştirme projem var, onun için de çok işe yaradı diyebilirim. Almanya’da babaannemi çok kez videoya aldım bizim aile içinde efsane hikayeleri ölümsüzleştirmek için. Eskilerin hikayelerine bayılırım her zaman, geçmişle ilgili o kadar çok anlatacak şeyleri var ki, dinlemekten bıkmıyorum fakat ne yazık ki bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor. En güzeli bir araya geldiğimizde hep gülüp eğlendiğimiz şeyleri videolayıp arşivlemek diye düşündüm. Tabi gecinden versin ama bir gün o insanları kaybettiğimizde onca güzel hikaye de ancak hayal meyal akıllarda kalacak. Ne gereği var, hepsini koyuverelim kenara, di mi ama? Örneğin dedemin efsanevi bir mezar soygunu hikayesi vardır, gözlerimizden yaş gelir her dinlediğimizde. E bana onu 10 yıl sonra sorsan; yarısını hatırlar geri kalanını uydururum muhtemelen. Üstelik ben anlatsam kimse inanmaz bile, birinci ağızdan kayıtlarda olması bence harika. :)

Mesela tablet sayesinde geçenlerde aldığım haberlerden uzak durma kararımı daha stabil hale sokabiliyorum. Belli başlı uygulamalar sayesinde yalnızca istediğim şeyleri okuyorum, (genellikle yabancı blog ve haber siteleri vs.) vay efendim RTE şunu söylemiş de, Davutoğlu buna böyle deyip milleti çıldırtmış da bunların hiçbirine denk gelmiyorum. Gelirsem de görmezden geliyorum zaten. -_- Umrumda değil bu ülkenin ne olacağı, yeterince yıprandım, kimin ne hali varsa tepe tepe görsün!

rsz_3bbaipad_air_ibooks_comics_hero

Yeni alışkanlıklar ekliyor insana. Çizgi roman dünyasına adım attım örneğin. Öyle geniş bir derya ve bir o kadar da eğlenceli bir dünyaymış ki; bu zamana kadar farkedemediğim için kendime kızdım! Cidden kitap ile dizi izlemenin karışımı, şukela bir hobi diyebilirim. Tabi iyi yerlerden başlamak, olaya dahil olmadan önce sıkı bir araştırma yapmak gerekiyor, zira benim babam bile çocukluğunda Texas, Tommiks’lerle büyümüş biri, yıllardır durmaksızın üretilen onca içerik dev bir hâl almış, içlerinden en güzellerini seçmek ise ciddi bir araştırma gerektiriyor. Konuya yeterince hakim olabilirsem hakkında bir blog yazarım diye düşünüyorum.

Über tembel bir insan haline getiriyor. Bütün gün yataktan çıkmadan elinde tabletle vakit geçirebilen bir insana dönüşebiliyorsunuz. Hadi dizi izleyeyim, hadi açıp bir film izleyeyim, biraz sosyal medyada vakit geçireyim, sohbet edeyim ıvır zıvır acayip vakit öldürüyor. Bu iyi bir şey mi? Bilemeyeceğim, ben çok fazla kendini dışarı atmak için ölen bir insan değilim, evde vakit geçirmekten zevk alıyorum ve tablet ciddi anlamda bana yardımcı oluyor bu konuda. Günün büyük bölümü okumak ve izlemekle geçiyor.

Belirli aralıklarla personellere eğitim veriyorum. Tüm eğitim slaytlarımı tablete attım, bundan sonra sunumları tablet üzerinden gerçekleştirmeyi düşünüyorum. Tabi henüz bu konu hakkında teknik araştırma yapmadım, bir aparat almam gerekiyor galiba ama problem değil, şirkete yazarız heralde :P

Dergi takip etme alışkanlığı kazandırıyor. Bunun illegal yollarını arıyorum, muhtemelen vardır, bilen yorum bıraksa harika olur. :) Özellikle Popular Mechanics epey ilgimi çekiyor.

İşimle ilgili olarak maillerimi takip etmem, sürekli maillere cevap vermem gerekiyor. Maili bırak fakslarımı bile kontrol edebiliyor, gerektiğinde teamviewer ile bir kafede ya da internet olan bir alanda çabucak tüm işlemlerimi halledebiliyorum. E telefonla yapamıyor musun sanki diyen olabilir ama telefonun minnak kadar ekranı ile tabletin ideal ekranı arasında ciddi bir verim farkı var bana göre. Ya atma sende diyebilirsiniz, ben de telefonun yaptığı her şeyi yapıyor sonuçta diye düşünüyordum ama bu yazıyla görüldüğü üzere yanıldığımı itiraf ediyorum.

1028-logitech-fabricskin

Hiç mi dezavantajı yok? Bu bir dezavantaj sayılabilir mi bilmiyorum ama içerik üretmiyor sadece tüketiyorsunuz. Yani üst paragraflarda dediğim gibi blog yazmak için ya da sözlükte dev bir entry girmek zorunda kalırsam mecburen laptop başına koşuyorum. Dokunmatik klavyelerle insan odaklanıp pek verimli yazamıyor. Bluetooth klavye ile bu sorun çözülebilir diyorlar ama bilemiyorum, gözümle görüp kullanmadan bluetooth klavye siparişi veremem, belki ileride.

Bir diğer dezavantajı da kitap okuma konusunda :( İşte bu beni çok yaralıyor. Çizgi roman filan okunuyor ama kitap konusunda ben verimli olduğunu düşünmüyorum. Milyon tane ebook var, okumak isteyene derya ama kindle ile bile tam anlamıyla dijital kitap mevzularına adapte olamamış beni ipad de ne yazık ki çekemedi. Birkaç hafta sonra nazikçe yanı başıma koyup kitaplarıma dönmeyi çok istiyorum.

İşe Yarar Ipad Uygulamaları

Zite

En çok kullandığım uygulamalardan biri. Belirli ilgi alanlarınızı seçiyorsunuz ve size o konularda haberleri sunuyor. Flipboard benzeri ama bence bu içerik olarak daha zengin gibi. Trending News olayı var mesela, dünyada ne olup bitiyor direk kurcuklayabiliyorum. Gerçi Flipboard satın almış sanırım bunu. İkisini de severek kullanıyorum, flipboard’un aptallaşma ihtimalini daha yüksek gördüğüm için bunu tercih ediyorum genellikle.

Feedly

E zaten her zaman kullandığımız RSS uygulamamız. Tablet üzerinde okumak daha bir keyifli gibi ama.

Evernote

İnsanların deneyim ve önerilerinden faydalanmayı seviyorum. Biri bir film ya da kitap önerdiğinde hemen oraya kaydediyorum. Ortalama bir haftada en az 3-4 kitap film tavsiyesi alıyorum, benim için çok verimli bu açıdan. Her yerden erişiyorsun falan filan ya kategorisinin en mükemmel ürünü.

iTunes U

Tabi default geliyor diye pek önemsenmiyor bu uygulama ama bildiğin dünya üniversiteleri, kitapları ıvır zıvırları her şeyine bir tıkla erişebiliyorsun. Apple’ın en güzel ürünlerinden biri bence. Anadolu Üniversitesi de bu sisteme dahil, bir çok videolu ve yazılı derse erişebiliyorsunuz. Seviyorum, tavsiye ediyorum. :*

TED

Her gün bir tane ilham verici video izlemeye çalışıyorum. Bazen inanılmaz güzel şeylere denk gelebiliyorum. Web aleminin en faydalı olaylarından biri bu bence, her tablette olması gerekli.

TeamViewer

Bilinen uzak bilgisayarlara bağlanma programı. Bazen hayat kurtarıyor.

Spotify

Bilgisayar, cep telefonu, tablet hayatımı ele geçirmiş müzik dinleme şeysi. Paraya kıyıp premium alacak kadar çok seviyorum. Baaaağzı sanatçılar içerisinde eksik ama yine de mükemmel iş görüyor!

TuneIn Radio

Müzik dinlemek için Spotify’den sonra en güzel uygulama.

ComicFlow

Çizgi roman okumak için müthiş bir uygulama. Ipad’e wireless bağlantı üzerinden direk çizgi romanları aktarma imkanı da veriyor.

GoodReader

En süper pdf okuma uygulaması. Altını çiziktiriyorsun, işaretliyorsun ıvır zıvır kitaba takla attırmadığı kalıyor. 7 lira verip satın aldım valla, o kadar hizmete bence değiyor.

TunnelBear

Yasaklı sitelere(?) girmek için kullanılıyor. Ehe. :P

iMovie

Apple’ın uygulaması, çektiğiniz videolara süper tema müzikleri ekleyebiliyor şekilli şukullu vidyolara dönüştürebiliyorsunuz.

LastPass

Geçenlerde Gmail hesaplarının hacklenmesinden sonra tüm web şifrelerimi değiştirme kararı aldım. Artık tüm şifrelerimi bunun üzerinde tutuyorum. Hiçbir şifremi bilmiyorum, abuk sabuk karakterlerden oluşuyor, lastpass gerektiğinde kendi dolduruyor. Ipad üzerinde ise şifre girilmesi gereken ekranda paylaş kısmına gelip lastpass simgesine tıklarsanız otomatik olarak login olabiliyorsunuz. Hem güvenli hem pratik bir uygulama. Eğer ilgi duyuyorsanız LastPass’ın çalışma mantığını detaylıca bir araştırın derim, ben güvenli buldum şahsen çalışma mantığını.

Eh Dropbox, MovieBox, Instapics, Tumblr, IBB Trafik, tvyo, Yahoo Hava Durumu ıvırı zıvırı anlatmaya gerek yok zaten.

Alalım mı hocu?

Aldığıma pişman değilim, eğer böyle ıvır zıvır şeylere meraklı biriyseniz cidden büyük kolaylık. Alın, takılın. Ya ona vereceğim parayla bla bla bla yaparım diyorsanız bla bla bla yapın bence en mantıklısı. :)

Son olarak;

brought-my-new-ipad-air-on-a-hike-today-55640

 

Kategoriler
Kişisel

Almanya Gezisi

german-flag

Geçenlerde Schengen Vizesi alabilmek için attığım taklaları anlatmıştım. Tabi vizeyi aldığım için kendimi Almanya’ya gitmek zorunda hissettim, yani bilet var, vize var, pasaport var, gideyim o zaman boş yere trip yapmanın anlamı yok dedim. :P Yoksa çektiğim çile “bana göre” gerçekten aşağılayıcıydı. Ne var bunda iki evrak topladın diye çemkirenler olabilir diye söylüyorum, bunu kabul etmek istemiyorum ben arkadaşım, ben diğer dünya ülkelerde yaşayan uygar insanlar gibi bilet ve pasaportumu alıp seyahat edebilmek istiyorum, potansiyel terörist, göçmen, kaçak işçi, uyuşturucu taciri, organ mafyası muamelesi görmeyi kendime yakıştıramıyorum. Siz yakıştırıyorsanız o sizin sorununuz, ben kabul edemiyorum ve “kendimce” haklı bir isyanda bulunuyorum. (Daha önce bu konuyla ilgili “yandaş” bir arkadaşla tartışmıştım, az bir şey temas edeyim dedim.)

Almanya’ya babaannem ve halamın yanına gittiğim için onlara Türkiye’ye özgü bir şeyler götürmek istedim. Aslında bu konuyu çok araştırmıştım, ne alsam ne alsam diye, zaten blogu yazmamın amacı da ileride benim gibi birileri google üzerinden arar da yaşadıklarım belki fikir verir umudu, bu yüzden apır sapır detaylara da değinmekte fayda var diye düşünüyorum. Efendime söyleyeyim, Türkiye’ye özgü ne var? Batının ahlaksızlığı, doğunun aptallığı, güneyin sapıklığı? Tamam, şakaydı, vurmayın. :(

Baklava, antep fıstığı, lokum, cezerye vs. şeyleri mantıklı buldum, attım çantama. Kişisel olarak çok fazla eşya götürmek istemedim oraya, dönüşte epeyce şey alacağımı tahmin ediyordum -ki gerçekten de öyle oldu. Bir adet hayatımda sahip olduğum belki de en işlevli şey olan sırt çantam, her zaman yanımda olan postacı çantam ve bir de hediyeler için küçük valiz ile yollara düşmeye hazırdım.

backpack

Uçağım sabah 08:45’deydi, 2 saat önceden havaalanında olmam gerektiğinden, memur çocuğu olmamdan ve hali hazırda beni havaalanına kargalar botlarını bağlamadan uyanmayı yaşam biçimi haline getiren babam bırakacağından dolayı 05:00 bile olmadan uyanmıştım. İlk işim postacı çantamın içeriğini son bir kez kontrol etmek oldu. Geceden tüm elektronik zıkkımları şarja takmıştım, onları yerleştirdim, elektronik bilet çıktımı, pasaportumu, cüzdanımı, pasaport polisi kıllık yapar diye yanımda bulundurduğum Almanca kitabımın yerinde olduğundan emin olduktan sonra annem ve kardeşimle vedalaşıp indim aşağıya. (Ne kadar çok detay anlattım lan öyle :D, olsun uzun uzun yazacağım!)

Babam yolda Radyo Alaturka açşlfsş tamam o kadar da detaya inmeye gerek yok. :D

Havaalanı Dış Hatlar kapısında valizimi, çantalarımı alıp babamla da vedalaştıktan sonra yolun geri kalanına katırlarla devam edeceğim hissiyatına kapıldım. Tek başıma ilk kez yurtdışına bu kadar yakınlaşmıştım, henüz ulaşamamıştım ama o an için önümde hiçbir büyük engel yoktu, ha desem varacak gibiydim. O heyecanı sevmiştim. Günlük yaşamda sıfır risk, hemen hemen sıfır problem, saat gibi işleyen bir düzen içinde olduğumdan dolayı bu tür kontrolüm dışında olan şeylerin verdiği heyecanları seviyorum. Çalışan insanım lan sonuçta, tatil işte, tatilin heyecanı, uzatayım derken iyice bokunu çıkarıyorum he :P

İlk güvenlik kontrolünden geçtim.

Şu çok bahsedilen meşhuuur harç pulu bedelini yatırdım. Harç pulu nedir lan diye sormak istemiyordum, gideceğim abi ya son saçmalıklar nasıl olsa diye gözüme sempatik bile göründü hatta. 15-20 lira bir şeydi sanırım. Aldım pulumu, pasaportun ilk sayfasına yabıştırdım güzelcene.

Sonra uzun bir check-in kuyruğuna giriverdim. Yarım saat filan sabahın o kör saatinde sıra bekledikten sonra bagajlarımı teslim ettim. Önceden web checkin yaptığım için deskte işlem kısa sürdü.

İkinci güvenlik kontrolünden kemerimi filan çıkartarak geçtikten sonra, Türk pasaport polisine pasaportumu mühürlettim.

Veee kendimi meşhur Duty Free’nin içinde buldum.

dutyfree

Offf şurdan viski alayım kendime, vuhuuu şokolaaaadelere baksana hocuuuu, oluuuum bu parfümlerin fiyatı ne lan böyleeeeee, M&M’mi lan o, ohaaa bu negzel oyuncakmış kiiii… Çok süper devletimin şahsıma kocuman kocuman sokuşturduğu vergilerin olmadığı alanda içimdeki alışveriş manyağı çığrından çıkmak üzereydi. Kendime hakim oldum, duydum ki Evropa illerinde çok daha ucuzmuş tüm bunlar, o neymiş kiii, kızlar ciddi ciddi teklif bile etmeden öpüveriyorlarmış, benim kızımı niye öpmüyorsun diye kız babaları adamı dövüveriyorlarmış bile Umut Sarıkaya’nın anlattığına göre, öyle bir harikalar diyarına gidiyorum ya yihhhuuuular çekiyorum içimden Duty Free’deki übersonik şeyleri gördükçe.

Yalnız o kadar güzel vakit geçirmişim ki Duty Free’de uçağa biniş saatine 20 dakika kaldığını tesadüfen görünce şok oldum, koştura koştura gittim ilgili kapıya doğru.

air-plane-interior-designers-53e4f85ec5315

THY’nin tıkışık, bastırmatikli ekranlara sahip koltuklarından birine kuruluverdim. Yalnız kahvaltıları, yemekleri, ıvır zıvır ikram konusunda cidden mükemmeller hakkını bu konuda kimse yiyemez sanıyorum. Bir de o Türkiye’yi temsilen çaldıkları acayip tasavvufi müzik olmasa daha iyi olur gibi ama bilemedim. Tabi birileri sen niye ondan rahatsız oldun lan diye höt höt konuşur, cevaplayayım; bana direk RTE ve THY ilişkisini çağrıştırdı, RTE öncesi dönemde nasıldı o müzikler bilemediğim için fikir beyan edemeyeceğim çok fazla, sadece beni “kişisel olarak” rahatsız etti, RTE çağrışımından dolayı.

cloud_bulut

Güzel pofuduk bulutların üzerine doğru yükselmeye başladık. Her uçağa binişimde o bulutların sanki farklı bir dünya olduğu hissine kapılırım. Birileri o bulutların içinde yaşıyormuş gibi sanki.. Ne bileyim, mağara gibi olanları var, şato gibi gotik tipli olanları var, arabaya benzeyenleri var. Bulutların içinde kimse yaşamıyorsa bile ben yaşamak isterdim, çok sevimli buluyorum, onlara bakıp hayal kurmayı seviyorum. Bir de kendi kendime sevindim, çünkü; şirketim Atatürk Havalimanı’na yakın olduğu için çokça uçakları gözlemleme şansım oluyor. Hep dikkat ederdim, bazı uçaklar tam bizim şirketin hizasına geldiğinde yolunu değiştirip dönmeye başlıyorlardı. Tam aşağıda bizim şirketin olduğu bölge göründüğünde uçak dönmeye başladı. Hemen Yalçın’ı arayıp; bak oğlum gördün mü lan dönüyoruz işte buradan demek istedim. :D

3,5 saatlik bir yolculuğun ardından Düsseldorf Havalimanı’na iniş yaptık. Koltuğumu ön kısımlarda seçtiğim için çabucak uçaktan iniverdim. İlk olarak kapıda Oliver Kahn’a benzeyen bir polis pasaportuma baktı, sonra bana baktı, ben ben miyim diye kontrol ettikten sonra gülümseyerek geçmeme izin verdi. Her ne kadar dünyanın en eğlenceli Almanı olan Mark eniştem olsa da yine de Almanların über soğuk tipler olduğu düşüncesini kafamdan bir türlü atmış değilim, her an ağzımın ortasına almanlı tokadını patlatacakmış gibi hazırlıklı bir şekilde bekleyip, danke diyerek ortamdan uzaklaştım. Danke dedim! Ja! Ah, kahretsin doğruluğundan en emin olduğum iki Almanca kelimeyi kullanmazsam bir yerlerim şişerdi, kusura bakmayın. :D Enşulıgın da var da yazmayı bilmiyorum tam olarak, neyse :P

Sürü halinde akan kalabalığı takip ettim. Zaten yol çıkışa doğru götürüyor, yol boyunca Almanca ve İngilizce tabelalar da var. İngilizce yaaa kurban olduğumun dili, nasıl rahatlattı görünce birden, acı vatan Almanya’da vatan toprağında gibi hissettim kendimi yemin ederim.

Yolun sonu ikiye ayrılıyor. Sol tarafta Avrupa Birliği vatandaşları, diğer tarafta da diğerleri.  Diğerleri lan! Diğer! Sen, ben, o! Diğeriz hepimiz, onlar orjin. :( Koymadı desem yalan olur, 2 bölümden oluşan maksimum 20’şer kişilik sıralar vardı. Burada Alman Pasaport Polisi bir takım sorular soruyor, işine yarayacak bilgileri aldıktan sonra pasaportunuza mühür basıyor ya da siktiri çekip ülkenize geri postalıyor. İşte ben o ikinci ihtimal olur diye içeri doğru zıçmadım değil ufaktan ya neyse.

Sıra bana geldi, yine Oliver Kahn’a benzer bir polis vardı, bildiğin Oliver Kahn ama lan safi Alman. Alman gibi Alman yani, Alman’ın Almanı ya, öyle böyle Alman değil yalnız.

kahn

Pasaportumu, biletimi ıvır zıvırımı uzattım ama otel rezervasyonumu filan vermedim. Neden vermedim? Çünkü sırada at hırsızı gibi bir Türk, oğlum adamın aklına karpuz kabuğunu sokma lan dedi. Hani benim otel rezervasyonum aslında iptal edildi ya, Almanya benim babaannemde kalacağımı değil de otelde kalacağımı biliyor ya, işte onu kurcuklattırma boşuna dedi. Neyse, eleman işi biliyordur heralde diye dediklerini yaptım. Hayır, kendi bildiğimi yapsaydım muhtemelen daha az uğraşarak geçerdim oradan.

Polis, neden geldin? Ne kadar süre kalacaksın? Nerede kalacaksın? Burada tanıdığın var mı? diye sordu. Otel rezervasyonumu çıkarıp verdim. Kıl kıl saatine baktı, sonra yeterli paran var mı diye sordu. Uyuz oldum, nasıl param var mı ya? Sana ne lan benim paramdan? Para köpeğin olsun oğluuuum, parasında değilim de öyle soru mu olur lan demek istedim ama ingilizcem yetmedi. :( Ben de ibneliğine çıkardım önüne 10 tane 50 Euro biraz da Türk Lirası koydum. Açtım masanın üzerine doğru uzata uzata. Sonra toparladım, salladım. Tüm bunları yapacak cesareti nereden bulduğumu bilemiyorum ama yaptım lan, valla billa yaptım ya. Bildiğin atar yaptım Oliver Kahn’ımsı Alman’a. :D

Bu paramın olduğunu gördükten sonra otel rezervasyonuna tekrar baktı. Hayır abi neden böyle ortam gerildi cidden anlamadım. O sıradaki at hırsızı Türk yüzünden oldu bence, evraklarımı tam uzatsam hiç problem çıkmayacaktı, güle oynaya geçecektim belki de ama böyle taksit taksit istedikçe verince işkillendi zahar. :D Bir otel rezervasyonuna baktı, bir saate baktı, bi rezervasyon bi saat. Zaman durdu sanki anasını satayım ya. Arayayım mı lan dermiş gibi baktı, ben de ararsan ara lan dermiş gibi bakmaya çalıştım, bakamadım da hafiften bir Serdar Ortaç umursamazlığı ile Ahmet Kural şekilimsi mimiğini yedirdim yüzüme güzelcene.

Birden güneş açtı lan bildiğin, bastı pasaporta mühürü, hoşgeldiniz tekrardan dedi gönderdi. :D Sanki az öncesinde strateji oyunları oynayan biz değildik, sanki minik çaplı uluslararası krize imza atacak bizler değildik, sanki onca yaşanmışlığımız(burada fülar belirir) yokmuş gibi… Bana taktik veren at hırsızı Türk hâlâ yan bankoda kıvranıyordu, giderken çakalca bi gülüş attım.

Bagajlarımı aldım ve son bir kapıdan çıkarak kutsal topraklara ultra legal bir şekilde adımımı attım. Ya az bi heyecan olur di mi? Karşılamaya gelecekler bulamaz, uzakta olur, ne bileyim problem çıkar filan. Kapıdan çıkmadan Vağoooool diye seslendi Mark. :D Kurban olduğum yaaaa, nasıl seviyorum belli değil, canım benim.

Halam, Mike, Mark koştular, sarıldık, ilk hasretimizi giderdik. Nasıl mutluyum ama ya anlatamam. Kolay kolay kimseyi özlemem ama o an hepsini ne kadar çok özlediğimi farkettim.

İçim içime sığmıyordu sevinçten, otoparka gittik ve hep söz edilen übersonik Alman autobahn’ına çıkıverdik. Yol boyunca uzaylı gibi baktım hep etrafa. Lan adamlar yapıyo lan, oğlum var ya bizde olacak bu var yaa filan diyecek kimsem olmadığı için içimde tuttum o geleneksel Alman Övme Seremonisi. Halamlara gelin Alman övelim desem, yok ben yeni övdüm der diye çekindim, sonuçta hep Almanya’da olan insan, yeterince övmüştür, benim de canım tek başıma övmek istemedi açıkçası. Memlekete dönünce arkadaşlarla toplaşır överiz ya da blog yazar öyle överim dedim.

O zaman Alman övmeli bir sonraki blog yazıma kadar veda edeyim, bir sonraki yazımda ne yenir, ne içilir, nerelere nasıl gidilir, kahvaltı kültürleri, öğle yemekleri neler, genellikle nasıl vakit geçiriyorlar, sokaklarına gerçekten sigara izmariti atılmıyor mu, çocuklara küçük yaşlardan itibaren tükenmez kalemle yazı yazdırarak hata yapmamayı öğrettikleri doğru mu, tuvaletlerde gerçekten taharet musluğu yok mu, taharet musluğu yoksa taharet musluksuz ortamda nasıl taharetlenir (fskjldajfagfs tamam o kadar detaya girmeyeceğim söz) su yerine gerçekten mineral wasser mi içiyorlar, Dünya Kupası’nı aldıktan sonra neler hissetmişler (oturup baştan sona alman dolu bir evde tekrardan izledim lan final maçını :D), kızlar gerçekten çok mu güzel, güzellerse teklif ediyorlar mı, hem güzel olup hem teklif ediyorlarsa bu işte bir terslik var mı, ucuz çikolata nereden bulunur, en güzel çikolatalar hangileri, mutlaka görülmesi gereken süpersonik eserler nelerdir, dünyaya Alman olarak gelsek Türkiye’nin süper güç olması skimizde olur muydu, Almanya’dan Amsterdam’a nasıl gidilir, hadi diyelim gittik ne yer ne içilir, Amsterdam’da adres sormak için en yakın Türk nereden temin edilir, space cake, ot ve diğer konulara değineceğim.

Şimdilik bu kadar saçma sapan yazı yeter, okuduysanız eğer çok dankeeeeeee. :)

 

Sonradan gelen devam:

O kadar uzun süre yazmadım ki, Almanya’ya seyahate gittiğimi ben bile unuttum, şimdi yarım bıraktığım yazma işlemine yeni bir başlıkta devam etmek saçma olur diye düşünüp buradan anlatayım kalanını dedim.

Almanya o kadar düzenli bir ülke ki, yani tarihi saçma sapan savaşlarla dolu bir coğrafyada nasıl böyle bir gelişim olmuş insan akıl sır erdiremiyor. Lan daha ben çocukken bu Almanya dediğin yer ikiye bölünmüş bir ülkeydi. Hayvan gibi duvar vardı ülkenin orta yerinde. Ne yediniz ne içtiniz de bu hale geldiniz demekten kendimi alamadım şahsen.

Tertemiz sokaklar, evlerin neredeyse geneli bahçeli, her şey düzenli. Muhteşem ya. Bir de insanlar var ki durduk yere selam veriyorlar, merhaba diyorlar tanı tanıma bunu yapıyorlar. Bizde olsa direk omuz atar ne diyon lan ne diyon diye dalaşmaya başlanır. Neyse ya şimdi Almanya övüp Türkiye kötülemenin lüzumu yok. Zaten bilen biliyor ne bok olduğumuzu.

Almanya’da kaldığım süre zarfında halam ve eniştemin muhteşem konukseverliği sayesinde müthiş zamanlar geçirdim. Evlerinin yakınlarında bulunan neredeyse tüm şehirleri görme şansım oldu. Yani şehir mi deniyor tam olarak bilemiyorum. Onların il-ilçe-köy mevzuları bizimki gibi değil sanki biraz.

Düsseldorf, akşamları yemek sonrası yürüyüş için Gelsenkirchen, Bochum, hızımızı alamayıp ülke dışına çıkıp Amsterdam, kendi çabalarımla atlayıp trene Köln vs. Şehir gezmelerinden ziyade bir Alman nasıl yaşar, gündelik hayatlarında nelerle meşguller, hayatlarında neler olup bitiyor, ilgi alanları neler, ne yemeyi seviyorlar, nasıl eğleniyorlar bunları merak ediyordum. Bir Alman ile evli halam sayesinde çok net bir şekilde gözlemledim hepsini.

Sabah erken kalkıp herkes işine gücüne gidiyor. Merak ettim Mark (eniştem) ile birlikte işe de gittim anasını satayım. Almanya’nın sokaklarında fink attık. Harikaydı gerçekten.

Eğlence anlayışları öyle bizdeki gibi hadi çıkalım avm’lerde yayılalım, atalım kendimizi sokaklara gezinip gelelim modunda değil, daha çok evde vakit geçirmekten keyif alıyorlar. Xbox, Playstation vs. konsol oyunları, dizi film izlemek, çoluk çocukla vakit geçirmek vs. Yani bu benim gördüklerim, genelleme yapmak için hiç de yeterli süre değildi takdir edersiniz ki.

Adamlar su içmiyor abi. Zaten çok sikko bir evian adında su markası var, lanet olsun ona ya. Şeffaf çamur resmen. Yal gibi, bok gibi bi şey. Kastell adında bi soda markası vardı, halamlar kasa kasa ondan alıyorlar evlerine, normal sudan daha ucuz sanıyorum. Sürekli su niyetine onu tüketiyorlar. Evet o almanlar su içmez soda içer mevzusu doğruymuş. Soda ama bizimki gibi sert soda değil, geğirik şeyettirmiyor :P Light soda gibi düşün.

Domuz etini pek bir seviyorlar, lakin zibil gibi Türk olan bir ülkede neredeyse döner domuzun önüne geçmiş. Bazı bazı döner de yediğimiz oldu. İnanın bana Türkiye’de yediğiniz döner hiçbir şekilde yakınından geçmiyor. Oğlum adamlar dönerin bile kusursuzunu tüketiyorlar lan. Döner filan seven insan değilim ama oradaki gerçekten harikaydı. Malzemeden çalma yok, dandik etten yapmak yok, bayat ekmek yok vs. Türkten daha güzel döner yiyor elin Alman’ı, sevmeleri çok doğal. Currywurst denilen körili sosisleri var, müthiş leziz bir şey. Lebkuchen adında noel kurabişleri var, tadı güzel ama övmek için yeterli değil. Açık, net, yalansız blogculuk bunu gerektirir, kardeşim daha güzel kurabiş yapabiliyor. -_-

Almanya’nın dünya kupasını almış olması ülkede dev bir milliyetçiliğe sebep olmuş, sanki kendi kendilerine de dünya almanın daaşşşnı yesin diyorlar gibiler. Hala final maçını unutamıyor, lan final maçını 9-10 almanla birlikte izledim, abi acayip bi his lan. Türkiye’de deli gibi desteklediğim Alman milli takımının maçını benden daha fazla destekleyen (ki mantıklı olanı da o) almanlar, vapurlar filan. :D Dünya kupası ardında her yerde Alman bayrakları asılıydı. Arabaların yan aynalarına bile bayraklı kılıf yapmışlar, 10 arabadan 4’ünde rahat görüyordum o kılıfı.

Futbol demişken, havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez, çocuklarda acayip bi futbol yeteneği var lan. Kuzenim Mike daha 6 yaşında, bahçede Vaaağğğğoollll fussball spielen diye diye kolumdan çekiştirip hayvan gibi topa abanmaları filan. Hayır kalede iyi oynarım normalde, çocuktan inanılmaz goller yedim lan, numarasına filan da değil ha, cidden yetenek vardı çocukta. Öyle topa bilinçsizce vurmuyordu. Halama talimatı verdim, Alman disiplinini yavrucağa iyice verdikten sonra Galatasaray’a transfer edelim diye. Türkiye’de futbolcu olmak isterse menajeri ben olabilirim :P

Kızlar inanılmaz güzel!!!!!!!!!!!!!!!!! Öyle böyle değil. Köln Hauptbahnhof’da tren beklerken bir kız yan bankta oturuyordu. O kadar güzeldi kiiiiiiiiiii, armut gibi bakıyordum erik gibi kıza. İkimiz de sigara içilen taraftaydık, ikimiz de yalnızdık, çakmağı bozuktu galiba sigarasını yakamadı bir türlü, koştum yaktım, teşekkür etti, ben salağı o an lanet ettim Almanca bilmediğime. Almanlar süper ingilizce biliyorlar genelde ama ingilizce yürüsem kesin bir yerde sıçarım diye korkup meramımı da anlatamadım. Meramım? Ehe. :D Neyse kız içti sigarasını, izmariti yere atıp ayağıyla söndürdü, ona bile hayran kaldım, ne güzel çevreyi kirletiyor lan dedim. Kurban olduğum ya. Sonra onun treni geldi, farklı yerlere gidiyormuşuz meğer :/ Sonra kalktı yere attığı izmariti alıp yanımdaki çöp kutusuna attı, siktiroldu gitti. Ben yine hayran kaldım. Ne güzel çevreye duyarlı dedim. Ne güzel siktiroldu gitti dedim. Ya ne güzeldi lan, hala unutamıyorum.

Trenler, otobüsler filan inanılmaz dakik(miş) Ben öyle duymuştum, lan Köln gibi dev tren istasyonunda, dakikada bir tren geçen yerde trenim rötar yapmış, durağı değişmiş, falanlar filanlar bir sürü maceralı an yaşadım. 8-9 tane Alman’a sordum yanlış bir şey yapmadığıma ikna olmak için. Velhasıl geç de olsa geldi trenim. Trende 50’li yaşlarında bi Alman dayı ile tanıştım. Şerefsiz şekil yapmak için nasıl ingilizce kasıyor ama görseniz. Hoş beş sohbet muhabbet yaptık anlaşabildiğimiz kadarıyla, sonra bu dayı kalktı tuvalete gitti. 5 dakika geçti bu koltuğunu karıştırmış galiba dönüp dolaşıyordu, çağırdım geldi oturdu karşıma. Sonra çantasından M&M’s çıkardı, bonibon gibi fıstıklı güzel bi şey. Ya o kadar muhabbetimiz var adamla, hayvan çıkardı avuç avuç yedi gözümün önünde, bi tane vermedi piç ya. Nasıl sinir oldum. Bizde adama saat sorsan, paketi açar açmaz ikram edersin, ki ben onunla 1 saat boyunca neredeyse konuştum, bazı yerlerde konuşmaya çabaladım. Farkımız tarzımız işte bak, ikram meselesi bizde daha insani boyutta.

Tuvalet mevzusuna girsem mi bilemedim. Taharet musluğu denilen şeyin varlığını öğreniyorsunuz hayatınızda. İlk gün sistemi kavrayabilmek için epey zorlanmıştım.

Market mevzuları çok güzel. Hemen her yerde içki bulunabiliyor. Çikolata reyonları ise akıllara zarar anasını satayım. Ne zaman alışverişe çıksak ben koşa koşa çikolata reyonuna gidiyordum. Türkiye’de 10-15 liradan aşağıya yiyemediğin çikolatayı 2-3 lira görünce aklın dönüyor ister istemez. Aldi, Lidl, Edeka, Real gibi marketleri var bu abilerin. Aldi aynı bizim BİM konseptinde, hatta bu BİM gibi marketçiliği yapan ilk firmaymış bunlar. En ucuz çikolataları oradan bulabilirsiniz. Türkiye’ye götürmek için Nussbeisser adında 0,60 euroluk bol fındıklı, müthiş lezzetli çikolatadan alabilirsiniz koli koli. Sigaralar acayip pahalı yalnız, eğer sigara içiyorsanız mutlaka Türkiye’den yanınıza bi karton alıp gidin. Marlboro’ya 20 lira mı ne verdim lan, içime oturdu resmen.

Kahvaltılarda yumurtanın üzerine dökülen harika bir sosları var Würze adında. Mutlaka denemelisiniz, enfes bir baharat karışımı. Brötchen adında tam pişmemiş gibi bi ekmekleri var. Onu sabahları ısıtıp üzerine nutella ve sahne adında köpüklü krem şanti gibi bi şeyi sıkınca yemin ediyorum evrendeki en lezzetli şeyi yiyor gibi hissediyorsunuz. Kahvaltıları bizim Van kahvaltıları gibi görkemli değil ama öyle tırt da değil. Gayet güzel ve lezzetli şeyler tüketiyorlar gördüğüm kadarıyla.

Ne bileyim lan, ben çok sevdim Almanya’yı. Belki halamların yaşadığı yerle alakalıdır bilmiyorum. Tıpkı filmlerdeki gibi 2 katlı, geniş yemyeşil bahçeli, beyaz çitleri olan, film setlerinden çıkmış gibi sokaklar, birbirlerine saygılı insanlar, bana denk gelen istisna hariç dakik ulaşım sistemleri, temel gıda malzemelerinin Türkiye’ye oranla ucuz olması, devletin insanlara müthiş değer vermesi vs.

Bok gibi bir klavye ile yazıyorum bu satırları, saçma sapan anlatım bozuklukları, imla hataları varsa -ki vardır, affola. Devam edeceğim sözü verdim diye gelip tamamlamak istedim.

Tschüss

Kategoriler
Kişisel

Habersiz Mutluluk

kklk

Serin ama güneşin yüzünü göstereceğini belli eden bir sabah Wanne-Eickel’dan Köln’e gitmek üzere tek başıma trene bindim. Kimseyi tanımadığım, dilini anlamadığım, geldiğim ve gideceğim yeri bilmediğim bir zaman dilimiydi o an. Tren camına tıpkı filmlerdeki gibi başımı yaslayıp yemyeşil manzarayı izlerken daldım gittim öylece. Makinist rotasını değiştirip Köln’e değil de Sibirya’ya gitmeye karar verse umurumda olmazdı, trene bir noktadan diğer bir noktaya ulaşmak için bindiğimi bile unutmuştum, o tarifsiz yabancılık hissi karşısında büyülenmiştim adeta. Hiçbir yere ait değilmişim, bağlarım yokmuş, sonsuza kadar bir adım sonrasını bilmediğim bir yaşamım varmış gibiydi.

Vagonun içinde kahkahalar eksik olmuyordu. Her istasyondan bir avuç yolcu alıyor, bizim vagona binen yolcularla diğer Almanların selamlaşmaları ve hiç tanımadığı insanlarla şakalaşmalarına tanık oluyordum. İnsanlar mutlulardı, belki sorsan onlar mutlu olduklarının bile farkında değillerdir, onlar için olağan bir andır bu gülümsemeler, şakalaşmalar. Günlük yaşamları bu şekildedir belkide? Sormak istiyorum; “Angela Merkel umurunuzda mı?” diye. “Almanya’nın geleceği hakkında kaygılı mısınız?” “Alman çocuklarının eğitim sisteminde un ufak edildiğini düşünüyor musunuz?” “Peki ya trafik sorunu?”, “Sokaklara tüküren insanlar?”, “Kimseye saygı duymayan dev kalabalık?”, “İşsizlik?”, “Geçim sıkıntısı?”, “Radikal İslam?” Bunları düşünmüyor musunuz?

Türkiye geldi aklıma. Sabahları bindiğim otobüsler geldi, gülmeyen insanlar, en ufak şeyden rahatsız olup tatsızlık çıkaranlar, birbirlerine saygı duymaktan ve tolerans göstermeyi zayıflık sanan insanlar. Karşısında duran kişinin kulaklığından çok az derecede dışarı taşan müzikten rahatsız olup “kardeşim kapatsana şunu, kafam şişti ya!” diyen, sonra kulaklıkla müzik dinleyen gencin arkadaşının “sen de az uzaklaşabilir misin, leş gibi ter kokuyorsun” demesi geldi aklıma.

Kafama taktığım onca şeyi düşündüm. Ben gülüyor muyum sanki? Memleket meselesi deyip sabahlara kadar Twitter, Ekşi Sözlük, Facebook yardırışlarım, ne olacak bu RTE ile sonumuz diye içimdeki kara duvarlara her geçen gün birer kat daha zift atışlarım. Ya yarın bir gün evlensem? Çocuğumu bu adamın yönettiği ülkede mi büyüteceğim? Neden henüz varolmamış bir insana bu kötülüğü yapma cüretini göstereyim? Bla bla bla sorular…

Kondüktör girdi içeri, bir şeyler söyledi insanlara, gülmeye başladılar. Nasıl mutluydu herkes, anlamıyordum ama ben de onlar gibi katıla katıla gülmek istiyordum. Kondüktör biletime bakmadı bile, ben nasıl olsa para verdim, bari her şey tam olsun diye zorla uzattım, baktı, mühür bastı, gülümsedi, gitti. Bizdekiler olsa herkese kaçak binmiştir, yüzde yüz bileti yoktur psikolojisiyle davranır mıydı diye merak ettim.

Çok güzel yüzlü minik bir çocukla göz göze geldim, o da gülümsüyordu büyükleri gibi. Onu düşündüm, güzel bir eğitim alacak, insanlara saygıyı doğru düzgün öğrenecek, hiçbir zaman Ortadoğulu bir ülke olmanın dezavantajlarını yaşamayacak, özgürlüğün, birey olmanın, kendi ayakları üzerinde durabilmenin, bilinçli ebeveynleriyle geleceğini daha kolay tayin edebilmenin güvenini yaşayacak. Yemyeşil parklarda koşacak, AVM’ler arasında kaybolup gitmeyecek, kimse ona devlet büyükleri istiyor diye çağdaş bilimin gerçeklerini reddetmesini dikte etmeyecek. Güzel büyüyecek o çocuk.

Falan filan. Baktım ki Türkiye ile kıyaslamalar yaptıkça içim burkuluyor, kafayı yiyecek gibi oluyorum, vazgeçtim bu sevdadan. Anın tadını çıkarmak için kulaklığımı taktım, yanlış hatırlamıyorsam bu çalmıştı.

Dün tam 1 hafta oldu Almanya’dan döneli, o gün bugündür tek bir haber sitesi açmış, RTE ve onun Yeni Türkiye’si ile ilgili tek bir yazı okumuş değilim. Tahmin ettiğimden daha mutluyum. Direnebildiğim kadar direneceğim Türkiye gündeminden bihaber olmak için! Bu ülke hakkında ne kadar az şey duyarsam o kadar iyi benim için, yoksa boğulmamak işten değil.

Kategoriler
Kişisel

Türk’ün Schengen ile imtihanı!

şengen

Öyle büyüdük, böyle süper güç olduk diyenlerin ağzına kürekle vurup, sonra çimento döküp üzerine maydonoz ve dereotu serpmek istiyorum. Almanya’ya hem babaanne ziyareti hem de turistik ekşınlar sebebiyle gitmeye karar verdim. Tabi tam olarak öyle gelişmedi olay, benim liseden bu yana ekürim olan, aynı şirkette çalıştığım arkadaşım Yalçın’ın işleri sebebiyle ortak planladığımız tatil olayının yalan olmasına  kızıp böyle bir karar verdim. Yalçın genellikle arkadaş satan bir tip, yani bu konuda kimse arkasında durup da hayır abi Yalçın öyle şey yapmaz diyemez, konu açılsın ölümüne vururuz, acımayız. Yalçın satar! Neyse bu kez satamadı, işleri yoğundu ama yine de plan patladı. Bir nevi satış gibi ama tam değil.

Efenim şimdi buradan kalkıp Evropa vilayetlerine ziyaret edebilmek için bir takım insanlık testlerinden geçmek gerekiyor. Şimdik ben her haltını tamamlamış bir birey olarak bu konuyu izah etmek istedim.

Evropa’ya mı gitmek istiyorsunuz? Öncelikle kim olduğunuzu hatırlamanız gerekiyor arkadaşlar! Siz kimsiniz? Okuduğunuz haberleri, yaşam tarzınızı, kültürünüzü bu dünya üzerindeki yerinizi sorgulamaya başlamanız gerekiyor. Bak daha gitmeden bir ufkunuz aydınlanır gibi oluyor. Ufkunuzu misak-ı milli ötesine taşımak zorundasınız. Dünya bu ülkeden ibaret değil, biz de aslında sandığımız kadar süper bir ülke değiliz. Bunu kabul ediyorsanız yazının devamını okuyun, hayır arkadaşım biz süper gücüz, hep Almanya kıskanıyor bizi, büyümemizi istemiyor falan civata şeyler savunacaksanız kapatın sekmeyi sektirin gidin blogdan!

schengen_polonya

Evropa’ya gidebilmek için yalnızca pasaport ve uçak bileti yetmiyor. Vize denilen bir naneye sahip olman gerekiyor. Vize senin gideceğin ülkeye giriş iznin. Bak düşün sen burada doğdun diye dünya üzerindeki bir başka ülkeye gitmek için izin almak zorundasın. Mecbursun! Sen Türksün! Brezilyalı bir uyuşturucu satıcısı, Meksikalı bir pezevenk, Malezyalı bir orospu (seks işçisi tanımına gülüyorum, orospu orospudur ve farklı bir kalıp uydurarak ekstra saygınlık kazandırılamaz, ayrıca küçümsenecek bir meslek de değildir bence. tüm dilenciler şerefsizdir ama orospular değil, neyse ya öf) olsan böyle bir şeye ihtiyacın yok ama Türk olduğun için ipe ipe almak zorundasın o izni.

Yani nasıl desem, resmen yasal olarak aşağılanma belgesi gibi bir nane bu olay. Ya ben tertemiz bi insanım abi sonuçta, cillop gibi, kaymak gibi ya. Al eve besle yani, öyle güzel insanım. Gördüğüm muameleye bak ya. Naptım oğlum ben size, heeey sana diyorum evropa!! Neetmiş la bu Varol size?

Yıllık izine çıktım sırf evrakları toplamak için. Düşün bak o kadar çok evrak istiyorlar ki, öyle bir günde temin etmek mümkün değil. Şimdi hepsini bir bir anlatacağım.

İzne çıkmadan önce gerekli evrakları öğrenip kendimce bir hazırlık yaptım.

Şirketin antetli kağıdına Varol Aksoy IK birimimizde çalışmaktadır, ülkenize turistik seyahat amacıyla gidecektir, işte şu tarihte gelip çalışmaya başlayacak, yardımcı olun, korkmayın lan yerleşemez o salak, kuzu kuzu gelir bizim ülkemizde yaşamaya devam eder minvalinde bir dilekçe yazdım. Patrona imzalattım.

Sonra kendi SGK işe giriş bildirgemi çıkardım. Onu da kaşeledim, imzalattım.

Son 3 aylık bordromu çıkardım, kaşeledim imzalattım.

İmza atan patronun imza sirkülerinin fotokopisini dosyama koydum.

E-Devlet üzerinden barkodlu hizmet dökümümü çıkardım.

idata.com.tr üzerinden çıktısını aldığım Schengen Vize Başvuru Formu’nu doldurup imzaladım.

Otel rezervasyonumun ve uçak biletimin rezervasyonunun çıktısını alıp dosyama koydum. ( Şimdi diyeceksiniz ki otel rezervasyonu ne alaka? Babaannem yaşlı olduğu için davetiye filan ile uğraştırmak istemedim, booking.com üzerinden bir otel bulup ücretsiz olarak rezervasyon yaptırdım. Çıktı alıp iptal ettim. Vize işlemlerinde bu çok yaygın bir yöntem.)

Pazartesi günü sabah saat 11:00 için pasaport randevusu aldım https://epasaport.egm.gov.tr/ üzerinden.

Bu işlemlerin hepsini şirkette hazırladım. Yıllık izine çıktım.

usain-bolt-4e1

 

Pazartesi sabahı gidip biometrik fotoğraf çektirdim.  4 tane pasaport 4 tane de vize için. Fotoğrafçılar biliyorlar zaten ne gerektiğini. 4’er tane fazla ama garanti olsun dedim.

Bankadan pasaport için para çekip emniyet müdürlüğüne doğru yola koyulaa—caktım kiii dolmuş beklerken acayip bi kavga başladı. Adam almış eline odunu, kolu kırık bir çocuğu kovalıyordu. Lan dedim napıyorsunuz oğlum siz, kocaman adamsın ayıptır günahtır. Tabi öyle demedim, korkuttum elinde sopa olan adamı, polis geliyo polis geliyo haklıyken haksız duruma düşmeyelim arkadaşlar dedim. Kaçtı içeri şerefsiz. Neyse ben toplum huzurunu sağladıktan sonra atladım dolmuşa gittim zerre sevmediğim polis insanlarının yanına.

Vaktinden erken gitmiştim ama işlemimi yaptılar. 530 Lira vezneye yatırıp bir dekont aldım. Hazır almışken 10 yıllık alayım dedim. 2 adet biyometrik fotoğraf ve dekontu verdim polis kişisine. Adres filan istediler, gönderdiler beni.

Oradan çıkıp koştura koştura nüfus müdürlüğüne gittim. Vukuatlı nüfus kayıt örneğimi aldım.

Birikimimi enpara.com’da değerlendirdiğim için aradım müşteri hizmetlerini ve 3 aylık hesap dökümü istedim. 5 Lira karşılığında eve kargoluyorlarmış, madem gönderiyorsunuz o vakit hesap dökümünü imzalayan kişinin imza sirkülerini de koyun zarfın içine dedim. Sağolsunlar 3 gün sonra gönderdiler. -_-

Eve döndüm, bugünlük bu kadar yeter diyerek. Zaten hava sıcak, arabam yok bi şeyim yok.

Salı günü nasıl üşeniyorum ama evden çıkmaya. Dünya kupası ile ilgili bir şeyler vardı galiba, az ona bakayım, az belgesel izleyeyim diye diye saat 15:00 gibi filan anca atabildim kendimi dışarı.

Doğruca gittim İstanbul Ticaret Odası’na. Şirketin orjinal Ticaret Sicil Gazetesi ve Faaliyet Belgesini aldım. İkisi toplam 10 lira tuttu.

Annem aradı, Pazartesi başvurduğum pasaportum Salı günü eve gelmişti. (bu hızı takdir etmek gerekir) Saat 17:00 gibi Emniyet kapanıyordu ve benim 1 saatim vardı. Yardırdım yollarda, koşa koşa eve geldim pasaportumu aldım. Yine yardırarak Emniyete gittim. Sebep? Çünkü ilk kez pasaport çıkartanlardan Protokol Yazısı istiyorlar. Lan bir de ucu ucuna yetiştim diye polis trip yapıyor bana, canım burnumdan gelmiş. Ne dese eyvallah dedim, nabza göre şerbet verdim. (en iyi yaptığım şeydir bak, devlet dairelerinde acayip işe yarar, kimseye atar yapmayacaksın, ver nabza göre şerbetini çekil kenara) Saat 17:00 kardeşim bugün git yarın gel, amir çıktı amiröğğğjjj dedi bana polis. Ben de memur çocuğuyum, sizi çok iyi anlıyorum, haklısınız, ben de olsam sizin gibi yapardım, hiç mi şansım yok acaba, koşa koşa geldim yetişebilmek için dedim.  Sonra yazıyı yazdı, başka bir polisle amirin odasına gönderdi yazıyı, amir imzalamadı. Adama nasıl bir hak vermişsem artık, sempati uyandı heralde. Amiri aradı, amirim komşum olur kendisi, imzalarsanız gönderelim hemen dedi. Amir imzaladı, koşa koşa çıktım lanet olasıca yerden. -_-

Gidip 30.000 Euro teminatı olan seyahat sigortası yaptırdım. Benim 9 günlük seyahatim için toplam 20 lira filan tuttu bedeli. Çok bir şey değilmiş, bir boka yarayacağını sanmıyorum ama işte istiyorlar napacaksın.

Enpara.com’un hesap dökümümü göndermesini bekledim bir gün. Çarşamba günü elime ulaştı.

Perşembe günü tüm evraklarım hazır bir şekilde Harbiye’deki iData ofisine sabah saat 07:30’de gittim. Benden önce gelen kimse yoktu. Yarım saat sonra 20 kişi filan oldu. Sonuç olarak Türk’üz, her türlü pislik çıkabilir diye gelenlerin adını soyadını bir kağıda yazdım ki kargaşa olmasın, ben önce geldim sen sonra geldin diye. İçeri girerken hayvansı bir kalabalık olmasa da yine de 35-40 kişi filan olmuştuk.

Almanya vizesi için 1 numarayı alıp bankoda numaramın yanmasını bekledim. Gayet pozitif bir kadın karşıladı beni. Evraklarımı tek tek kontrol etti, hepsi tamam diyerek bir sticker verdi elime. Vezneye gidip 240 lira yatırdım. 177 lirası konsolosluk bedeli, kalan kısmı ise mecburen kullanmak zorunda olduğumuz idata adlı aracı firma bedeliydi.

Artık yapacak bir şeyim yoktu, beklemeye başladım.

Tabi benim izin bitti, çalışmaya başladım yeniden.

Vize evraklarımı teslim ettikten 6 gün sonra Çarşamba günü cep telefonuma iData’dan sms geldi, pasaportunuzu teslim alabilirsiniz diye.

Sonuç: Pozitif!

129157477066831452

13 Eylül – 21 Eylül tarihleri arasında Almanya’ya gidebilmek için vize başvurumu onaylamışlar.

Şimdi başa dönüyoruz. Ben bu sıçtımının şeyini aldığım için sevinmeli miyim? Yaz yaz bitmedi anasını satayım, düşün ki ben dünya liderine sahip(?) süper güç olmuş(?) herkesin (başta almanya) kıskandığı(?) bir ülkenin vatandaşı olarak yaşıyorum.

Böyle mi büyük ülkeyiz lan? Böyle mi süper gücüz?

Resmen adamların akılları çıkıyor oraya gideriz de geri gelmeyiz diye. Meksikalı biri olsam alırdım uçak biletimi o şengen senin bu şengen benim gezer dururdum. Ama Türk’üm ve bu utancı dibine kadar yaşamak zorundayım! Dünyanın kıçıyla güldüğü bir ülke olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor artık!