Kategoriler
Kişisel

Almanya Gezisi

german-flag

Geçenlerde Schengen Vizesi alabilmek için attığım taklaları anlatmıştım. Tabi vizeyi aldığım için kendimi Almanya’ya gitmek zorunda hissettim, yani bilet var, vize var, pasaport var, gideyim o zaman boş yere trip yapmanın anlamı yok dedim. :P Yoksa çektiğim çile “bana göre” gerçekten aşağılayıcıydı. Ne var bunda iki evrak topladın diye çemkirenler olabilir diye söylüyorum, bunu kabul etmek istemiyorum ben arkadaşım, ben diğer dünya ülkelerde yaşayan uygar insanlar gibi bilet ve pasaportumu alıp seyahat edebilmek istiyorum, potansiyel terörist, göçmen, kaçak işçi, uyuşturucu taciri, organ mafyası muamelesi görmeyi kendime yakıştıramıyorum. Siz yakıştırıyorsanız o sizin sorununuz, ben kabul edemiyorum ve “kendimce” haklı bir isyanda bulunuyorum. (Daha önce bu konuyla ilgili “yandaş” bir arkadaşla tartışmıştım, az bir şey temas edeyim dedim.)

Almanya’ya babaannem ve halamın yanına gittiğim için onlara Türkiye’ye özgü bir şeyler götürmek istedim. Aslında bu konuyu çok araştırmıştım, ne alsam ne alsam diye, zaten blogu yazmamın amacı da ileride benim gibi birileri google üzerinden arar da yaşadıklarım belki fikir verir umudu, bu yüzden apır sapır detaylara da değinmekte fayda var diye düşünüyorum. Efendime söyleyeyim, Türkiye’ye özgü ne var? Batının ahlaksızlığı, doğunun aptallığı, güneyin sapıklığı? Tamam, şakaydı, vurmayın. :(

Baklava, antep fıstığı, lokum, cezerye vs. şeyleri mantıklı buldum, attım çantama. Kişisel olarak çok fazla eşya götürmek istemedim oraya, dönüşte epeyce şey alacağımı tahmin ediyordum -ki gerçekten de öyle oldu. Bir adet hayatımda sahip olduğum belki de en işlevli şey olan sırt çantam, her zaman yanımda olan postacı çantam ve bir de hediyeler için küçük valiz ile yollara düşmeye hazırdım.

backpack

Uçağım sabah 08:45’deydi, 2 saat önceden havaalanında olmam gerektiğinden, memur çocuğu olmamdan ve hali hazırda beni havaalanına kargalar botlarını bağlamadan uyanmayı yaşam biçimi haline getiren babam bırakacağından dolayı 05:00 bile olmadan uyanmıştım. İlk işim postacı çantamın içeriğini son bir kez kontrol etmek oldu. Geceden tüm elektronik zıkkımları şarja takmıştım, onları yerleştirdim, elektronik bilet çıktımı, pasaportumu, cüzdanımı, pasaport polisi kıllık yapar diye yanımda bulundurduğum Almanca kitabımın yerinde olduğundan emin olduktan sonra annem ve kardeşimle vedalaşıp indim aşağıya. (Ne kadar çok detay anlattım lan öyle :D, olsun uzun uzun yazacağım!)

Babam yolda Radyo Alaturka açşlfsş tamam o kadar da detaya inmeye gerek yok. :D

Havaalanı Dış Hatlar kapısında valizimi, çantalarımı alıp babamla da vedalaştıktan sonra yolun geri kalanına katırlarla devam edeceğim hissiyatına kapıldım. Tek başıma ilk kez yurtdışına bu kadar yakınlaşmıştım, henüz ulaşamamıştım ama o an için önümde hiçbir büyük engel yoktu, ha desem varacak gibiydim. O heyecanı sevmiştim. Günlük yaşamda sıfır risk, hemen hemen sıfır problem, saat gibi işleyen bir düzen içinde olduğumdan dolayı bu tür kontrolüm dışında olan şeylerin verdiği heyecanları seviyorum. Çalışan insanım lan sonuçta, tatil işte, tatilin heyecanı, uzatayım derken iyice bokunu çıkarıyorum he :P

İlk güvenlik kontrolünden geçtim.

Şu çok bahsedilen meşhuuur harç pulu bedelini yatırdım. Harç pulu nedir lan diye sormak istemiyordum, gideceğim abi ya son saçmalıklar nasıl olsa diye gözüme sempatik bile göründü hatta. 15-20 lira bir şeydi sanırım. Aldım pulumu, pasaportun ilk sayfasına yabıştırdım güzelcene.

Sonra uzun bir check-in kuyruğuna giriverdim. Yarım saat filan sabahın o kör saatinde sıra bekledikten sonra bagajlarımı teslim ettim. Önceden web checkin yaptığım için deskte işlem kısa sürdü.

İkinci güvenlik kontrolünden kemerimi filan çıkartarak geçtikten sonra, Türk pasaport polisine pasaportumu mühürlettim.

Veee kendimi meşhur Duty Free’nin içinde buldum.

dutyfree

Offf şurdan viski alayım kendime, vuhuuu şokolaaaadelere baksana hocuuuu, oluuuum bu parfümlerin fiyatı ne lan böyleeeeee, M&M’mi lan o, ohaaa bu negzel oyuncakmış kiiii… Çok süper devletimin şahsıma kocuman kocuman sokuşturduğu vergilerin olmadığı alanda içimdeki alışveriş manyağı çığrından çıkmak üzereydi. Kendime hakim oldum, duydum ki Evropa illerinde çok daha ucuzmuş tüm bunlar, o neymiş kiii, kızlar ciddi ciddi teklif bile etmeden öpüveriyorlarmış, benim kızımı niye öpmüyorsun diye kız babaları adamı dövüveriyorlarmış bile Umut Sarıkaya’nın anlattığına göre, öyle bir harikalar diyarına gidiyorum ya yihhhuuuular çekiyorum içimden Duty Free’deki übersonik şeyleri gördükçe.

Yalnız o kadar güzel vakit geçirmişim ki Duty Free’de uçağa biniş saatine 20 dakika kaldığını tesadüfen görünce şok oldum, koştura koştura gittim ilgili kapıya doğru.

air-plane-interior-designers-53e4f85ec5315

THY’nin tıkışık, bastırmatikli ekranlara sahip koltuklarından birine kuruluverdim. Yalnız kahvaltıları, yemekleri, ıvır zıvır ikram konusunda cidden mükemmeller hakkını bu konuda kimse yiyemez sanıyorum. Bir de o Türkiye’yi temsilen çaldıkları acayip tasavvufi müzik olmasa daha iyi olur gibi ama bilemedim. Tabi birileri sen niye ondan rahatsız oldun lan diye höt höt konuşur, cevaplayayım; bana direk RTE ve THY ilişkisini çağrıştırdı, RTE öncesi dönemde nasıldı o müzikler bilemediğim için fikir beyan edemeyeceğim çok fazla, sadece beni “kişisel olarak” rahatsız etti, RTE çağrışımından dolayı.

cloud_bulut

Güzel pofuduk bulutların üzerine doğru yükselmeye başladık. Her uçağa binişimde o bulutların sanki farklı bir dünya olduğu hissine kapılırım. Birileri o bulutların içinde yaşıyormuş gibi sanki.. Ne bileyim, mağara gibi olanları var, şato gibi gotik tipli olanları var, arabaya benzeyenleri var. Bulutların içinde kimse yaşamıyorsa bile ben yaşamak isterdim, çok sevimli buluyorum, onlara bakıp hayal kurmayı seviyorum. Bir de kendi kendime sevindim, çünkü; şirketim Atatürk Havalimanı’na yakın olduğu için çokça uçakları gözlemleme şansım oluyor. Hep dikkat ederdim, bazı uçaklar tam bizim şirketin hizasına geldiğinde yolunu değiştirip dönmeye başlıyorlardı. Tam aşağıda bizim şirketin olduğu bölge göründüğünde uçak dönmeye başladı. Hemen Yalçın’ı arayıp; bak oğlum gördün mü lan dönüyoruz işte buradan demek istedim. :D

3,5 saatlik bir yolculuğun ardından Düsseldorf Havalimanı’na iniş yaptık. Koltuğumu ön kısımlarda seçtiğim için çabucak uçaktan iniverdim. İlk olarak kapıda Oliver Kahn’a benzeyen bir polis pasaportuma baktı, sonra bana baktı, ben ben miyim diye kontrol ettikten sonra gülümseyerek geçmeme izin verdi. Her ne kadar dünyanın en eğlenceli Almanı olan Mark eniştem olsa da yine de Almanların über soğuk tipler olduğu düşüncesini kafamdan bir türlü atmış değilim, her an ağzımın ortasına almanlı tokadını patlatacakmış gibi hazırlıklı bir şekilde bekleyip, danke diyerek ortamdan uzaklaştım. Danke dedim! Ja! Ah, kahretsin doğruluğundan en emin olduğum iki Almanca kelimeyi kullanmazsam bir yerlerim şişerdi, kusura bakmayın. :D Enşulıgın da var da yazmayı bilmiyorum tam olarak, neyse :P

Sürü halinde akan kalabalığı takip ettim. Zaten yol çıkışa doğru götürüyor, yol boyunca Almanca ve İngilizce tabelalar da var. İngilizce yaaa kurban olduğumun dili, nasıl rahatlattı görünce birden, acı vatan Almanya’da vatan toprağında gibi hissettim kendimi yemin ederim.

Yolun sonu ikiye ayrılıyor. Sol tarafta Avrupa Birliği vatandaşları, diğer tarafta da diğerleri.  Diğerleri lan! Diğer! Sen, ben, o! Diğeriz hepimiz, onlar orjin. :( Koymadı desem yalan olur, 2 bölümden oluşan maksimum 20’şer kişilik sıralar vardı. Burada Alman Pasaport Polisi bir takım sorular soruyor, işine yarayacak bilgileri aldıktan sonra pasaportunuza mühür basıyor ya da siktiri çekip ülkenize geri postalıyor. İşte ben o ikinci ihtimal olur diye içeri doğru zıçmadım değil ufaktan ya neyse.

Sıra bana geldi, yine Oliver Kahn’a benzer bir polis vardı, bildiğin Oliver Kahn ama lan safi Alman. Alman gibi Alman yani, Alman’ın Almanı ya, öyle böyle Alman değil yalnız.

kahn

Pasaportumu, biletimi ıvır zıvırımı uzattım ama otel rezervasyonumu filan vermedim. Neden vermedim? Çünkü sırada at hırsızı gibi bir Türk, oğlum adamın aklına karpuz kabuğunu sokma lan dedi. Hani benim otel rezervasyonum aslında iptal edildi ya, Almanya benim babaannemde kalacağımı değil de otelde kalacağımı biliyor ya, işte onu kurcuklattırma boşuna dedi. Neyse, eleman işi biliyordur heralde diye dediklerini yaptım. Hayır, kendi bildiğimi yapsaydım muhtemelen daha az uğraşarak geçerdim oradan.

Polis, neden geldin? Ne kadar süre kalacaksın? Nerede kalacaksın? Burada tanıdığın var mı? diye sordu. Otel rezervasyonumu çıkarıp verdim. Kıl kıl saatine baktı, sonra yeterli paran var mı diye sordu. Uyuz oldum, nasıl param var mı ya? Sana ne lan benim paramdan? Para köpeğin olsun oğluuuum, parasında değilim de öyle soru mu olur lan demek istedim ama ingilizcem yetmedi. :( Ben de ibneliğine çıkardım önüne 10 tane 50 Euro biraz da Türk Lirası koydum. Açtım masanın üzerine doğru uzata uzata. Sonra toparladım, salladım. Tüm bunları yapacak cesareti nereden bulduğumu bilemiyorum ama yaptım lan, valla billa yaptım ya. Bildiğin atar yaptım Oliver Kahn’ımsı Alman’a. :D

Bu paramın olduğunu gördükten sonra otel rezervasyonuna tekrar baktı. Hayır abi neden böyle ortam gerildi cidden anlamadım. O sıradaki at hırsızı Türk yüzünden oldu bence, evraklarımı tam uzatsam hiç problem çıkmayacaktı, güle oynaya geçecektim belki de ama böyle taksit taksit istedikçe verince işkillendi zahar. :D Bir otel rezervasyonuna baktı, bir saate baktı, bi rezervasyon bi saat. Zaman durdu sanki anasını satayım ya. Arayayım mı lan dermiş gibi baktı, ben de ararsan ara lan dermiş gibi bakmaya çalıştım, bakamadım da hafiften bir Serdar Ortaç umursamazlığı ile Ahmet Kural şekilimsi mimiğini yedirdim yüzüme güzelcene.

Birden güneş açtı lan bildiğin, bastı pasaporta mühürü, hoşgeldiniz tekrardan dedi gönderdi. :D Sanki az öncesinde strateji oyunları oynayan biz değildik, sanki minik çaplı uluslararası krize imza atacak bizler değildik, sanki onca yaşanmışlığımız(burada fülar belirir) yokmuş gibi… Bana taktik veren at hırsızı Türk hâlâ yan bankoda kıvranıyordu, giderken çakalca bi gülüş attım.

Bagajlarımı aldım ve son bir kapıdan çıkarak kutsal topraklara ultra legal bir şekilde adımımı attım. Ya az bi heyecan olur di mi? Karşılamaya gelecekler bulamaz, uzakta olur, ne bileyim problem çıkar filan. Kapıdan çıkmadan Vağoooool diye seslendi Mark. :D Kurban olduğum yaaaa, nasıl seviyorum belli değil, canım benim.

Halam, Mike, Mark koştular, sarıldık, ilk hasretimizi giderdik. Nasıl mutluyum ama ya anlatamam. Kolay kolay kimseyi özlemem ama o an hepsini ne kadar çok özlediğimi farkettim.

İçim içime sığmıyordu sevinçten, otoparka gittik ve hep söz edilen übersonik Alman autobahn’ına çıkıverdik. Yol boyunca uzaylı gibi baktım hep etrafa. Lan adamlar yapıyo lan, oğlum var ya bizde olacak bu var yaa filan diyecek kimsem olmadığı için içimde tuttum o geleneksel Alman Övme Seremonisi. Halamlara gelin Alman övelim desem, yok ben yeni övdüm der diye çekindim, sonuçta hep Almanya’da olan insan, yeterince övmüştür, benim de canım tek başıma övmek istemedi açıkçası. Memlekete dönünce arkadaşlarla toplaşır överiz ya da blog yazar öyle överim dedim.

O zaman Alman övmeli bir sonraki blog yazıma kadar veda edeyim, bir sonraki yazımda ne yenir, ne içilir, nerelere nasıl gidilir, kahvaltı kültürleri, öğle yemekleri neler, genellikle nasıl vakit geçiriyorlar, sokaklarına gerçekten sigara izmariti atılmıyor mu, çocuklara küçük yaşlardan itibaren tükenmez kalemle yazı yazdırarak hata yapmamayı öğrettikleri doğru mu, tuvaletlerde gerçekten taharet musluğu yok mu, taharet musluğu yoksa taharet musluksuz ortamda nasıl taharetlenir (fskjldajfagfs tamam o kadar detaya girmeyeceğim söz) su yerine gerçekten mineral wasser mi içiyorlar, Dünya Kupası’nı aldıktan sonra neler hissetmişler (oturup baştan sona alman dolu bir evde tekrardan izledim lan final maçını :D), kızlar gerçekten çok mu güzel, güzellerse teklif ediyorlar mı, hem güzel olup hem teklif ediyorlarsa bu işte bir terslik var mı, ucuz çikolata nereden bulunur, en güzel çikolatalar hangileri, mutlaka görülmesi gereken süpersonik eserler nelerdir, dünyaya Alman olarak gelsek Türkiye’nin süper güç olması skimizde olur muydu, Almanya’dan Amsterdam’a nasıl gidilir, hadi diyelim gittik ne yer ne içilir, Amsterdam’da adres sormak için en yakın Türk nereden temin edilir, space cake, ot ve diğer konulara değineceğim.

Şimdilik bu kadar saçma sapan yazı yeter, okuduysanız eğer çok dankeeeeeee. :)

 

Sonradan gelen devam:

O kadar uzun süre yazmadım ki, Almanya’ya seyahate gittiğimi ben bile unuttum, şimdi yarım bıraktığım yazma işlemine yeni bir başlıkta devam etmek saçma olur diye düşünüp buradan anlatayım kalanını dedim.

Almanya o kadar düzenli bir ülke ki, yani tarihi saçma sapan savaşlarla dolu bir coğrafyada nasıl böyle bir gelişim olmuş insan akıl sır erdiremiyor. Lan daha ben çocukken bu Almanya dediğin yer ikiye bölünmüş bir ülkeydi. Hayvan gibi duvar vardı ülkenin orta yerinde. Ne yediniz ne içtiniz de bu hale geldiniz demekten kendimi alamadım şahsen.

Tertemiz sokaklar, evlerin neredeyse geneli bahçeli, her şey düzenli. Muhteşem ya. Bir de insanlar var ki durduk yere selam veriyorlar, merhaba diyorlar tanı tanıma bunu yapıyorlar. Bizde olsa direk omuz atar ne diyon lan ne diyon diye dalaşmaya başlanır. Neyse ya şimdi Almanya övüp Türkiye kötülemenin lüzumu yok. Zaten bilen biliyor ne bok olduğumuzu.

Almanya’da kaldığım süre zarfında halam ve eniştemin muhteşem konukseverliği sayesinde müthiş zamanlar geçirdim. Evlerinin yakınlarında bulunan neredeyse tüm şehirleri görme şansım oldu. Yani şehir mi deniyor tam olarak bilemiyorum. Onların il-ilçe-köy mevzuları bizimki gibi değil sanki biraz.

Düsseldorf, akşamları yemek sonrası yürüyüş için Gelsenkirchen, Bochum, hızımızı alamayıp ülke dışına çıkıp Amsterdam, kendi çabalarımla atlayıp trene Köln vs. Şehir gezmelerinden ziyade bir Alman nasıl yaşar, gündelik hayatlarında nelerle meşguller, hayatlarında neler olup bitiyor, ilgi alanları neler, ne yemeyi seviyorlar, nasıl eğleniyorlar bunları merak ediyordum. Bir Alman ile evli halam sayesinde çok net bir şekilde gözlemledim hepsini.

Sabah erken kalkıp herkes işine gücüne gidiyor. Merak ettim Mark (eniştem) ile birlikte işe de gittim anasını satayım. Almanya’nın sokaklarında fink attık. Harikaydı gerçekten.

Eğlence anlayışları öyle bizdeki gibi hadi çıkalım avm’lerde yayılalım, atalım kendimizi sokaklara gezinip gelelim modunda değil, daha çok evde vakit geçirmekten keyif alıyorlar. Xbox, Playstation vs. konsol oyunları, dizi film izlemek, çoluk çocukla vakit geçirmek vs. Yani bu benim gördüklerim, genelleme yapmak için hiç de yeterli süre değildi takdir edersiniz ki.

Adamlar su içmiyor abi. Zaten çok sikko bir evian adında su markası var, lanet olsun ona ya. Şeffaf çamur resmen. Yal gibi, bok gibi bi şey. Kastell adında bi soda markası vardı, halamlar kasa kasa ondan alıyorlar evlerine, normal sudan daha ucuz sanıyorum. Sürekli su niyetine onu tüketiyorlar. Evet o almanlar su içmez soda içer mevzusu doğruymuş. Soda ama bizimki gibi sert soda değil, geğirik şeyettirmiyor :P Light soda gibi düşün.

Domuz etini pek bir seviyorlar, lakin zibil gibi Türk olan bir ülkede neredeyse döner domuzun önüne geçmiş. Bazı bazı döner de yediğimiz oldu. İnanın bana Türkiye’de yediğiniz döner hiçbir şekilde yakınından geçmiyor. Oğlum adamlar dönerin bile kusursuzunu tüketiyorlar lan. Döner filan seven insan değilim ama oradaki gerçekten harikaydı. Malzemeden çalma yok, dandik etten yapmak yok, bayat ekmek yok vs. Türkten daha güzel döner yiyor elin Alman’ı, sevmeleri çok doğal. Currywurst denilen körili sosisleri var, müthiş leziz bir şey. Lebkuchen adında noel kurabişleri var, tadı güzel ama övmek için yeterli değil. Açık, net, yalansız blogculuk bunu gerektirir, kardeşim daha güzel kurabiş yapabiliyor. -_-

Almanya’nın dünya kupasını almış olması ülkede dev bir milliyetçiliğe sebep olmuş, sanki kendi kendilerine de dünya almanın daaşşşnı yesin diyorlar gibiler. Hala final maçını unutamıyor, lan final maçını 9-10 almanla birlikte izledim, abi acayip bi his lan. Türkiye’de deli gibi desteklediğim Alman milli takımının maçını benden daha fazla destekleyen (ki mantıklı olanı da o) almanlar, vapurlar filan. :D Dünya kupası ardında her yerde Alman bayrakları asılıydı. Arabaların yan aynalarına bile bayraklı kılıf yapmışlar, 10 arabadan 4’ünde rahat görüyordum o kılıfı.

Futbol demişken, havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez, çocuklarda acayip bi futbol yeteneği var lan. Kuzenim Mike daha 6 yaşında, bahçede Vaaağğğğoollll fussball spielen diye diye kolumdan çekiştirip hayvan gibi topa abanmaları filan. Hayır kalede iyi oynarım normalde, çocuktan inanılmaz goller yedim lan, numarasına filan da değil ha, cidden yetenek vardı çocukta. Öyle topa bilinçsizce vurmuyordu. Halama talimatı verdim, Alman disiplinini yavrucağa iyice verdikten sonra Galatasaray’a transfer edelim diye. Türkiye’de futbolcu olmak isterse menajeri ben olabilirim :P

Kızlar inanılmaz güzel!!!!!!!!!!!!!!!!! Öyle böyle değil. Köln Hauptbahnhof’da tren beklerken bir kız yan bankta oturuyordu. O kadar güzeldi kiiiiiiiiiii, armut gibi bakıyordum erik gibi kıza. İkimiz de sigara içilen taraftaydık, ikimiz de yalnızdık, çakmağı bozuktu galiba sigarasını yakamadı bir türlü, koştum yaktım, teşekkür etti, ben salağı o an lanet ettim Almanca bilmediğime. Almanlar süper ingilizce biliyorlar genelde ama ingilizce yürüsem kesin bir yerde sıçarım diye korkup meramımı da anlatamadım. Meramım? Ehe. :D Neyse kız içti sigarasını, izmariti yere atıp ayağıyla söndürdü, ona bile hayran kaldım, ne güzel çevreyi kirletiyor lan dedim. Kurban olduğum ya. Sonra onun treni geldi, farklı yerlere gidiyormuşuz meğer :/ Sonra kalktı yere attığı izmariti alıp yanımdaki çöp kutusuna attı, siktiroldu gitti. Ben yine hayran kaldım. Ne güzel çevreye duyarlı dedim. Ne güzel siktiroldu gitti dedim. Ya ne güzeldi lan, hala unutamıyorum.

Trenler, otobüsler filan inanılmaz dakik(miş) Ben öyle duymuştum, lan Köln gibi dev tren istasyonunda, dakikada bir tren geçen yerde trenim rötar yapmış, durağı değişmiş, falanlar filanlar bir sürü maceralı an yaşadım. 8-9 tane Alman’a sordum yanlış bir şey yapmadığıma ikna olmak için. Velhasıl geç de olsa geldi trenim. Trende 50’li yaşlarında bi Alman dayı ile tanıştım. Şerefsiz şekil yapmak için nasıl ingilizce kasıyor ama görseniz. Hoş beş sohbet muhabbet yaptık anlaşabildiğimiz kadarıyla, sonra bu dayı kalktı tuvalete gitti. 5 dakika geçti bu koltuğunu karıştırmış galiba dönüp dolaşıyordu, çağırdım geldi oturdu karşıma. Sonra çantasından M&M’s çıkardı, bonibon gibi fıstıklı güzel bi şey. Ya o kadar muhabbetimiz var adamla, hayvan çıkardı avuç avuç yedi gözümün önünde, bi tane vermedi piç ya. Nasıl sinir oldum. Bizde adama saat sorsan, paketi açar açmaz ikram edersin, ki ben onunla 1 saat boyunca neredeyse konuştum, bazı yerlerde konuşmaya çabaladım. Farkımız tarzımız işte bak, ikram meselesi bizde daha insani boyutta.

Tuvalet mevzusuna girsem mi bilemedim. Taharet musluğu denilen şeyin varlığını öğreniyorsunuz hayatınızda. İlk gün sistemi kavrayabilmek için epey zorlanmıştım.

Market mevzuları çok güzel. Hemen her yerde içki bulunabiliyor. Çikolata reyonları ise akıllara zarar anasını satayım. Ne zaman alışverişe çıksak ben koşa koşa çikolata reyonuna gidiyordum. Türkiye’de 10-15 liradan aşağıya yiyemediğin çikolatayı 2-3 lira görünce aklın dönüyor ister istemez. Aldi, Lidl, Edeka, Real gibi marketleri var bu abilerin. Aldi aynı bizim BİM konseptinde, hatta bu BİM gibi marketçiliği yapan ilk firmaymış bunlar. En ucuz çikolataları oradan bulabilirsiniz. Türkiye’ye götürmek için Nussbeisser adında 0,60 euroluk bol fındıklı, müthiş lezzetli çikolatadan alabilirsiniz koli koli. Sigaralar acayip pahalı yalnız, eğer sigara içiyorsanız mutlaka Türkiye’den yanınıza bi karton alıp gidin. Marlboro’ya 20 lira mı ne verdim lan, içime oturdu resmen.

Kahvaltılarda yumurtanın üzerine dökülen harika bir sosları var Würze adında. Mutlaka denemelisiniz, enfes bir baharat karışımı. Brötchen adında tam pişmemiş gibi bi ekmekleri var. Onu sabahları ısıtıp üzerine nutella ve sahne adında köpüklü krem şanti gibi bi şeyi sıkınca yemin ediyorum evrendeki en lezzetli şeyi yiyor gibi hissediyorsunuz. Kahvaltıları bizim Van kahvaltıları gibi görkemli değil ama öyle tırt da değil. Gayet güzel ve lezzetli şeyler tüketiyorlar gördüğüm kadarıyla.

Ne bileyim lan, ben çok sevdim Almanya’yı. Belki halamların yaşadığı yerle alakalıdır bilmiyorum. Tıpkı filmlerdeki gibi 2 katlı, geniş yemyeşil bahçeli, beyaz çitleri olan, film setlerinden çıkmış gibi sokaklar, birbirlerine saygılı insanlar, bana denk gelen istisna hariç dakik ulaşım sistemleri, temel gıda malzemelerinin Türkiye’ye oranla ucuz olması, devletin insanlara müthiş değer vermesi vs.

Bok gibi bir klavye ile yazıyorum bu satırları, saçma sapan anlatım bozuklukları, imla hataları varsa -ki vardır, affola. Devam edeceğim sözü verdim diye gelip tamamlamak istedim.

Tschüss