Öf diyorum! Yani birşeyi yapmayı iş olarak algılayınca gözümde öyle bir büyüyor ki anlatamam, yapmak işkenceden farksız geliyor. Tatil’de yaşadıklarımı da yazacağım yazacağım dedikçe bugün yazarım, yarın yazarım, canım isteyince yazarım, az bi işim vardı canım onu halledip geleyim yazarım, cuma’dan sonra yazarım diye diye yazacaklarımı unutucam nerdeyse :D Kendi kendimi sallıyorum resmen :D
Efenim öncelikle ben gerçekten neden GAP’a gittim onu açıklayayım.
Normal bir tatil olayı değildi benim için, öncelikle etkilendiğim ve beni tetikleyen iki şey vardı. Biri gördüğüm bir (aslında iki) rüya ikincisi ise okuduğum bir kitap.
Başlıyorum..
Bundan aylar öncesinde bir rüya görmüştüm. Twitter’da da bahsetmişim fakat silmişim ters dengesiz bir anımda. :)

Bu ilk rüyamdı, hayal meyal bir ortam hatırlıyorum ve oranın Mardin olduğuna inanıyorum.
Bu rüyadan 2-3 ay sonra tekrar bir rüya görüyorum, bu kez Mardin’de bir rahip koyu karanlık bir yerde üzerindeki eteğinden başlayıp boynundan diğer etek ucuna değin uzanan mor kemerli kıyafetiyle bana;
NEDEN HÂLÂ GELMEDİN? diyordu. (Ürpermemek elde mi?)
Tam o sıralarda Jack Kerouac – Yolda kitabını yeni bitirmiştim, içimde yollara düşmek için tarifsiz bir heyecan vardı. Şimdi böyle bir rüya ve ruh halinden sonra nasıl harekete geçmezdim? Sarıldım telefona, ıvır zıvır teranelerle vakit harcayamazdım hemen ödemeyi yapıp gideceğim günü beklemeye koyuldum!
Şimdi abi ben o yola çıkıyorum, asfalt olacak mis gibi, pencereden bakıp rock’n roll dinleyerek türlü türlü triplere gireceğim gün batımına karşı filan bunlar muhteşem atmosferler.. Yani size nasıl anlatsam o gün batımında kulağımda The Doors, The Rolling Stones, Bob Dylan, The Beatles türevleri değerli abilerim çalarken belki de birileri gökyüzünden bakıp insanların bölgelere göre mutluluk haritasına bakıyordur ve benim bulunduğum koordinatta inanılmaz bir sinyal çakıyordur. Yani yeryüzündeki en mutlu insan olarak düştüm o yola. :)
Bir ama var! Ama.. Ama abi Rahip? Mor kemer? Daha sonradan öğrenecektim o mor rengin anlamını ve daha da ürperecektim ama o yolculuktaki bilinmez ve bilinire gidiş hissiyatı boyutlar arası kaydıraklanmamı sağlıyordu. Tek kelime ile inanılmazdı!
Son derece konforlu bir otobüs ile 8 günüm geçecekti, insanlar vardı etrafımda. Biraz da çevremdeki insanlardan uzaklaşıp yeni insanlar tanımanın keyfine varma fırsatım vardı. Bunu da yaşadım. Süpersonik harikulade insanlarla muhteşem sohbetlerim oldu. Çok güzel şehirlerde inanılmaz yerler görüp şu yaşadığımız ülkede gerçekten ne kadar körce ve ahmakça bulunduğumuzun farkına vardım. Hepsini bir bir anlatacağım.
Misal Tarsus! Harikaydı! Akdeniz iklimi içinde sıcak mı sıcak ama bir o kadar tatlı insanlar barındırıyor içinde. Bir yemek sipariş ediyorsunuz önünüze 5 çeşit ekstradan tabak konuyor. İstanbul’daki esnaf(!)lardan alıştığım için eh diyorum ya bu masaya da bir 50’lik yakışır niyetiyle elimi cebime atıyorum. Ne kadar diye soruyorum? Abi 8 lira diyor, şaka mısın abi sen diyorum :D
Cezerye almak için bir dükkana giriyorum, İstanbul’da olsa ucundan minnacık tadımlık diye uzatılacak yere adam kallavi bir dürümü tutuşturuyor elime. :D Öh diyorum sar abi sar bekletme diyorum. Adamın cezerye şampiyonasında birinciliği varmış, babası cezeryeyi icat eden kişiymiş filan bir de sohbet muhabbet ki görme gitsin. :)
St.Paul Kuyusunu geziyoruz. Papa haç alanı ilan etmiş burayı, kaç kişi biliyor allasen? Hristiyanlar için çok önemli bir yermiş meğer burası. Vay be! Hele Eshab-ı Kehf? İncil’de ve Kur-an’da geçen kaç yer biliyorsunuz? Türkiye toprakları burası abicim, NüvCörsi, Kolorado değil! Do you know?
Nusret Mayın gemisini ziyaret ediyoruz Tarsus’ta. Çanakkale Savaşı’nda inanılmazı başaran efsaneyi jilet yapılmaktan son anda kurtaran bölge halkının öyküsünü dinleyerek geziyoruz tarihi gemide. Fotoğraf çekesim var öyle böyle değil, lakin herkesin fotoğraf çekesi var, benim bu işle biraz daha profesyonel uğraşmam onları alakadar etmiyor ki ben olsam beni de alakadar etmezdi. E haliyle zırt pırt önüme geçiyorlar tam süper kareler yakalayacakken. İlk başlarda az bişey sinirim bozuluyor ama sonraları amaaaan koyver rahvan gitsin diyorum :D
Toplanıyoruz biniyoruz otobüse. Yolda açılıyor hele ninno olasaaaan allahiyden bulasaaan! adlı daha önce hiç duymadığım ama gezim boyunca hiç dilimden düşürmediğim süpersonik parça :D El çırpıştırmamak elde mi, rock ayrı Türklük var serde! O koridorda kaç kez halay çekilmiştir allah bilir. O derece sıcak, o derece eğlenceli insanlar vardı çevremde. Bir kişi çekiyor dikkatimi, inanılmaz zıpır, yerinde duramıyor. Adı Cansu. Vay be diyorum ne eğlenceli kız. :D Bir de doktor çift var Yusuf ile Duygu :) Müthiş insanlar. Hele Duygu benim gibi dinler, kültürlerle kırmış kafayı :D Tribe bağlıyoruz sohbetlerde :D
Yolumuz uzun. Hatay var sırada. Hatay’ın Harbiye’sindeki şelalenin yanı başında otelimiz. Tek kişilik rezervasyon yaptığım için adamlar hayvansı odalar açıyorlar bana, suit odalar, toplantı salonu, çift led tv filan. :D Bıraksan Hatay’daki otelde bütün tur benim odamda kalır yani o derece geniş :D Duşumu alıp çıkıyorum veriyorum coşkuyu kimse yokken şelaleye doğru.
Bir kaç ensatantane öncelikli modda fotoğraf çekiyorum. Tripodum olmasa da o tül efektini yakalıyorum. Apollon aşık oluyor Daphne’ye. Daphne yalvarıyor kurtar beni diye tanrısına. Daphne defne ağacının yapraklarıyla örtünüp gizleniyor. Apollon’un gözyaşları şelaleye dönüşüyor. Böyle bir hikayesi var şelalenin. Suyun gittiği yere kadar gidiyorum fotoğraf çeke çeke. Çok güzeldi o an, unutamıyorum :)
Yoruyorum kendimi çünkü akşama meşhuuur Hatay künefesi var. Otel’in restaurantına ulaştığımda benden önce herkes gitmiş hiç boş yer yok. Bir masa hariç. Selam, oturabilir miyim? diye soruyorum. Ve başlıyor gezi boyunca en yakın dostum olacak Cansu ile iletişimim. Bir yandan yemeklere homiligırtlak dalmışken diğer yandan şelaleyi anlatıyorum. Sabah bizimle gelir misin diyor, nasıl yok derim büyülendim resmen oraya. Ertesi sabah erkenden tekrar gidiyoruz şelaleye tabi güzeel bir uykudan sonra.
Şelale gezimizden sonra güzel bir kahvaltı ve yollar akar! Dünyanın en büyük Mozaik Müzesi olacak olan şehir merkezindeki Hatay Müzesi’ni geziyoruz. Alışveriş yapıyoruz. Adamdan bakır cezve alacağım. Abi diyor ihtiyacın var mı? Sanırım yok diyorum, e ağbiii kurban olim niye alıyosun o zaman diyor. Sarılıp ağlayasım geliyor, budur lan esnaflık, budur insanlık diye. Güzelliğe bakar mısın ya, müşteriye malı itelemek yerine memnuniyetin hasını sunuyor adam! Bravo diyorum.
Amcanın birine bir künefecinin adresini soruyorum, gel yeğenim bi çay içseydin diyor. Amca diyor, bana diyor, adres sordum diye diyor. Hayır ondan demiyor, insan olduğu için diyor. Has olduğu için diyor. Bozulmadığı için diyor. Kültürüne sahip çıktığı için diyor. Bu ne idiğü belirsiz Varol helal olsun be amca demekle yetiniyor. Aklıma sürüyle soru takılıyor.
İnsanlarına ve yemeğinin lezzetine (mezeler az daha acısız olsa iyi olacak gibi) aşık olduğum Hatay’a veda vakti. Yollar bekler bizi gençler!
Çakmak çakmağa geldiiik kına yakmağaa geldik vuruyoruz yöreselin dibine otobüste. Bir ara kapıyı açıp halayla inip öbür kapıdan binme teklifi bile geldi. :D
Yolumuz Gaziantep! Öyle böyle değil bu şehir resmen yemek yiyor abi.. Sabah saatinde birşeyler yapıyor ustalar herkes onu yiyor ve öğlene doğru başka şeyler üretiliyor sonra onlar yeniyor, öğle başka, akşam başka.. Sabah çıkanı öğlen yiyemezsin muhakkak vaktinde yeniyor yemekler. Velhasıl çok güzel bir restoranda bilinçsizce herşeyi söylüyoruz masamıza. Yemek ne mümkün gözümüz aç. Söylediklerimizin yarısı tabaklarda geri dönüyor, Türk kahvalerimiz geliyor ve çıkıyoruz Gaziantep’i tanımaya.
Rehberimiz Nilgün hanım daha önce çok çok ciddi mevkilerde üst düzey abilerimize hizmet vermiş profesyonel üstü biri ve işin en güzel yanı Nilgün hanım Gaziantep’li.. Bir şehri daha iyi kim tanıtabilir ki? Alt üst ediyoruz Gaziantep’i. Şehrin tarihi hakkında müthiş bilgiler edinip, o bilgilerde geçen yerlere tek tek el sürebildik. Anlatılanı yaşadık, büyülendik.
Bir Zeugma Müzesi gördük ki Gaziantep’te nutkumuz tutuldu. Yok böyle bir güzellik, yok böyle bir tarih!
Hayranlık duyarız ya hani Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sının nereye gidersen git seni takip eden gözlerine. Ulan adam ne yapmış deriz. Heh işte o olayı Da Vinci’den 2000 yıl önce yapanlar olmuş bu coğrafyada.. Çingene Kızı eserin adı. Bir göz bebeği için 19 ayrı taş kullanarak yapmış bu topraklarda yaşamış sanatkarlardan biri. Yanlış anlamayın Da Vinci’yi küçümsemiyorum sadece Amerika’yı yeniden keşfettirecek kadar zengin topraklarda yaşayıp gerçekten bir bok bilmiyoruz! bunu anlatmak istiyorum.
Gaziantep modernlik açısından İstanbul’dan farksız! İnsanlık olarak? Kat be kat üstün! Fıstık alıyoruz haliyle, yanında değişik çerezlere ilişiyor gözümüz, adam daha ucuz ama daha tazesini öneriyor bize. Ben olsam pahalısını itelerdim! Yapmıyor! Anadolu kültürüne sığmaz. Sorulara yenileri ekleniyor böyle insancıl şeyleri gördükçe.
Dibek ve Menengiç kahvesinin tadına bakıyorum. Menengiçi hiç sevmiyorum, ağaç gibi bişey ya :D Kafeine olan bağışıklığım etkilemiyor beni o gün 5 fincana yakın kahve içiyorum sırf.
Gece vakti baklava yemeye düşüyoruz yollara. Nilgün hanım ısrarcı, ben size popüler yerlerden değil kendini bozmamış has yerlerden yedireceğim diyor. Haklı da.. Hayatımda yediğim en böyle bilinç kaybı yaşatacak baklavayı yiyorum. Fıstıklar dile gelip, Varol allahiyi seviysen konuş ben baklavaysam bundan önceki yediklerin neydi diyor! O derece. :D
Uğur Plaza Hotel’de akşam yemeğimize müteakiben konaklıyoruz. Yol uzun. Herşey harika.. Nazar değecek diye korkuyoruz bir ara.
Düşünmeden edemiyorum. Yollar benim için tamam, Jack Kerouac’a verdiğim sözü tutuyorum, ya rüyam? O ne olacak?
Mor kıyafetli Rahip var mı gerçekten? Minik ürperti dalgaları uğruyor ruhuma.. Daha da keyifleniyorum aslen…
Hayallerine değil rüyasına koşan adamı yaşıyorum. Mutlulukla kapıyorum gözlerimi..
[Devam edeceğim haliyle, o kadar da değil :D }