Kategoriler
Kişisel

Diren!

direngeziÇok zorladım lan kendimi. Benim direniş hakkında, hükümet hakkında, bizlere yapılmış orospu çocuklukları hakkında yazabileceğim doğru düzgün bir şey yok kanısına vardım. Dahası içimden de gelmiyor yazmak. Hangi birini anlatayım olay diye? Her gününün her dakikası bir olay zaten bu ülkede.

Ne desen boş.

İçim kararıyor tanık olduklarımı toparlayıp yazmaya çalıştıkça. Tek bildiğim şey bu topraklarda Diren adında çocuklar doğacak gezi ruhunu taşıyan göreceksiniz, saçları ıhlamur kokacak buram buram. O çocuklar bizden daha çok yakacak canınızı emin olun kuduz köpekler. Bu mücadele bir günde, bir ayda, bir yılda bitmeyecek. Karanlık bu topraklardan silinene kadar bu nefret, bu öfke hiç ama hiç dinmeyecek.

Duvarlara şiir yazan çocuklara terörist dediniz. Elinde kitabıyla otobüsten inen adamın sırtına gaz kapsülünü yerleştirdiniz. Bize bombalara şut çekmeyi öğrettiniz. Süt gördüğünde aklına bal değil talcid geliyor artık gençliğin. Eldiven elimiz üşemesin diye kullandığımız bir aksesuar değil kapsülü fırlatırken elimiz yanmasın diye kullandığımız bir araç artık. Kaçmamayı öğrettiniz. Ara sokakları ezberlettiniz. Polis’ten tiksindirdiniz. Kürt’ün yıllarca neler yaşadığını gösterdiniz. Bir devletin ne kadar aciz olabileceğinizi sergilediniz. A harfini bazen büyük yazmamız gerektiğini gösterdiniz. Döve döve canlarımızı öldürdünüz, annelerimizi kahrettiniz.

Çok canınız yanacak çok. İstemeden öyle şeyler soktunuz ki aklımıza, mezarlarınıza sıçacak bir jenerasyonu var ettiniz!

Büyük geçmiş olsun…

 

Kategoriler
Kişisel

Taksim Gezi Parkı’nda toplanıyoruz!

51a78abd7a81d0e267000031

Bıktım artık bıktım!

Baskılardan, yasaklardan, salak yerine konmaktan bıktım!

Ekşi Sözlük’te yazıyorum, Facebook’ta yazıyorum, Twitter’da yazıyorum, herkesle konuşup tartışıyorum ama isyanımı bir türlü dindiremiyorum.
Reyhanlı olaylarında 177 kişinin hayatını kaybettiğini bizzat hastane yöneticisi dostumdan duydum. Medyaya sorsan 50 bilemedin 51 diyorlar.Ülke gündeminin bu tür yavşaklıklara, kahpeliklere konu olmasının başlıca nedenini apolitik olmayı bir bok sanan genç nesilin salakça duyarsızlığı olduğunu düşünüyorum. Sesimi çıkartmak istiyorum, kusmak istiyorum. Düzeni kabul edip çocuklarına hesap veremeyen aptal baba olmak istemiyorum!

  • Savaşın her türlüsü orospu çocukluğudur diye düşünürken Suriye’de muhaliflere destek veren bir ülkede nefes alıyorum.
  • Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyorum, en fazla vergisini veriyorum ve yaşam standardım dünya ülkeleri arasında son sıralarda yer alıyor.
  • Konser oluyor, etkinlik oluyor çay iç, ayran iç cevabına maruz kalıyorum. Sana ne bile diyemiyorum!
  • Ülkenin en büyük değeri Mustafa Kemal Atatürk’e ayyaş deniliyor, sesimi bile çıkaramıyorum.
  • Her yer AVM, her yer tüketime dair oluşumlarla dolu. Aydınlık bir geleceğe dair tek bir emare bile yok!

Aceleyle yazıyorum bunları, yazacak sürüyle rahatsız olduğum şey var. Bu akşam Taksim Gezi Parkı’ndaki eyleme katılacağım. Bu yazıyı da twitter’daki #BloggerDiyorkiGeziParki hashtagi için yazıyorum. Müsait bir zamanda değineceğim hükümete olan tüm nefretime detaylarıyla..

Dikkat ediyorum ama merak etmeyin, kişisel olarak kimsenin orospu çocukluğuna siz orospu çocuğusunuz diye atıfta bulunmuyorum. Yani göte göt demeden yazmaya mecburum, onu da yazacağım anasını satayım.

Bu gece TV izlemeyin, gelin beraber uzanalım çimlere, şarkılar söyleyip kitaplarımızı okuyalım. Slogan atıp, uygarca isyanımızı sunalım.

Belki ağaçlar kurtulur? Belki çocuklarımızın yüzüne daha az utançla bakarız… Gelin!

Lütfen!

 

Kategoriler
Kişisel

GAP’tım çantamı düştüm yollara..

Öf diyorum! Yani birşeyi yapmayı iş olarak algılayınca gözümde öyle bir büyüyor ki anlatamam, yapmak işkenceden farksız geliyor. Tatil’de yaşadıklarımı da yazacağım yazacağım dedikçe bugün yazarım, yarın yazarım, canım isteyince yazarım, az bi işim vardı canım onu halledip geleyim yazarım, cuma’dan sonra yazarım diye diye yazacaklarımı unutucam nerdeyse :D Kendi kendimi sallıyorum resmen :D

Efenim öncelikle ben gerçekten neden GAP’a gittim onu açıklayayım.

Normal bir tatil olayı değildi benim için, öncelikle etkilendiğim ve  beni tetikleyen iki şey vardı. Biri gördüğüm bir (aslında iki) rüya ikincisi ise okuduğum bir kitap.

Başlıyorum..

Bundan aylar öncesinde bir rüya görmüştüm. Twitter’da da bahsetmişim fakat silmişim ters dengesiz bir anımda. :)

Bu ilk rüyamdı, hayal meyal bir ortam hatırlıyorum ve oranın Mardin olduğuna inanıyorum.

Bu rüyadan 2-3 ay sonra tekrar bir rüya görüyorum, bu kez Mardin’de bir rahip koyu karanlık bir yerde üzerindeki eteğinden başlayıp boynundan diğer etek ucuna değin uzanan mor kemerli kıyafetiyle bana;

NEDEN HÂLÂ GELMEDİN? diyordu. (Ürpermemek elde mi?)

Tam o sıralarda Jack Kerouac – Yolda kitabını yeni bitirmiştim, içimde yollara düşmek için tarifsiz bir heyecan vardı. Şimdi böyle bir rüya ve ruh halinden sonra nasıl harekete geçmezdim? Sarıldım telefona, ıvır zıvır teranelerle vakit harcayamazdım hemen ödemeyi yapıp gideceğim günü beklemeye koyuldum!

Şimdi abi ben o yola çıkıyorum, asfalt olacak mis gibi, pencereden bakıp rock’n roll dinleyerek türlü türlü triplere gireceğim gün batımına karşı filan bunlar muhteşem atmosferler.. Yani size nasıl anlatsam o gün batımında kulağımda The Doors, The Rolling Stones, Bob Dylan, The Beatles türevleri değerli abilerim çalarken belki de birileri gökyüzünden bakıp insanların bölgelere göre mutluluk haritasına bakıyordur ve benim bulunduğum koordinatta inanılmaz bir sinyal çakıyordur. Yani yeryüzündeki en mutlu insan olarak düştüm o yola. :)

Bir ama var! Ama.. Ama abi Rahip? Mor kemer? Daha sonradan öğrenecektim o mor rengin anlamını ve daha da ürperecektim ama o yolculuktaki bilinmez ve bilinire gidiş hissiyatı boyutlar arası kaydıraklanmamı sağlıyordu. Tek kelime ile inanılmazdı!

Son derece konforlu bir otobüs ile 8 günüm geçecekti, insanlar vardı etrafımda. Biraz da çevremdeki insanlardan uzaklaşıp yeni insanlar tanımanın keyfine varma fırsatım vardı. Bunu da yaşadım. Süpersonik harikulade insanlarla muhteşem sohbetlerim oldu. Çok güzel şehirlerde inanılmaz yerler görüp şu yaşadığımız ülkede gerçekten ne kadar körce ve ahmakça bulunduğumuzun farkına vardım. Hepsini bir bir anlatacağım.

Misal Tarsus! Harikaydı! Akdeniz iklimi içinde sıcak mı sıcak ama bir o kadar tatlı insanlar barındırıyor içinde. Bir yemek sipariş ediyorsunuz önünüze 5 çeşit ekstradan tabak konuyor. İstanbul’daki esnaf(!)lardan alıştığım için eh diyorum ya bu masaya da bir 50’lik yakışır niyetiyle elimi cebime atıyorum. Ne kadar diye soruyorum? Abi 8 lira diyor, şaka mısın abi sen diyorum :D

Cezerye almak için bir dükkana giriyorum, İstanbul’da olsa ucundan minnacık tadımlık diye uzatılacak yere adam kallavi bir dürümü tutuşturuyor elime. :D Öh diyorum sar abi sar bekletme diyorum. Adamın cezerye şampiyonasında birinciliği varmış, babası cezeryeyi icat eden kişiymiş filan bir de sohbet muhabbet ki görme gitsin. :)

St.Paul Kuyusunu geziyoruz. Papa haç alanı ilan etmiş burayı, kaç kişi biliyor allasen? Hristiyanlar için çok önemli bir yermiş meğer burası. Vay be! Hele Eshab-ı Kehf? İncil’de ve Kur-an’da geçen kaç yer biliyorsunuz? Türkiye toprakları burası abicim, NüvCörsi, Kolorado değil! Do you know?

Nusret Mayın gemisini ziyaret ediyoruz Tarsus’ta. Çanakkale Savaşı’nda inanılmazı başaran efsaneyi jilet yapılmaktan son anda kurtaran bölge halkının öyküsünü dinleyerek geziyoruz tarihi gemide. Fotoğraf çekesim var öyle böyle değil, lakin herkesin fotoğraf çekesi var, benim bu işle biraz daha profesyonel uğraşmam onları alakadar etmiyor ki ben olsam beni de alakadar etmezdi. E haliyle zırt pırt önüme geçiyorlar tam süper kareler yakalayacakken. İlk başlarda az bişey sinirim bozuluyor ama sonraları amaaaan koyver rahvan gitsin diyorum :D

Toplanıyoruz biniyoruz otobüse. Yolda açılıyor hele ninno olasaaaan allahiyden bulasaaan! adlı daha önce hiç duymadığım ama gezim boyunca hiç dilimden düşürmediğim süpersonik parça :D El çırpıştırmamak elde mi, rock ayrı Türklük var serde! O koridorda kaç kez halay çekilmiştir allah bilir. O derece sıcak, o derece eğlenceli insanlar vardı çevremde. Bir kişi çekiyor dikkatimi, inanılmaz zıpır, yerinde duramıyor. Adı Cansu. Vay be diyorum ne eğlenceli kız. :D Bir de doktor çift var Yusuf ile Duygu :) Müthiş insanlar. Hele Duygu benim gibi dinler, kültürlerle kırmış kafayı :D Tribe bağlıyoruz sohbetlerde :D

Yolumuz uzun. Hatay var sırada. Hatay’ın Harbiye’sindeki şelalenin yanı başında otelimiz. Tek kişilik rezervasyon yaptığım için adamlar hayvansı odalar açıyorlar bana, suit odalar, toplantı salonu, çift led tv filan. :D Bıraksan Hatay’daki otelde bütün tur benim odamda kalır yani o derece geniş :D Duşumu alıp çıkıyorum veriyorum coşkuyu kimse yokken şelaleye doğru.

Bir kaç ensatantane öncelikli modda fotoğraf çekiyorum. Tripodum olmasa da o tül efektini yakalıyorum. Apollon aşık oluyor Daphne’ye. Daphne yalvarıyor kurtar beni diye tanrısına. Daphne defne ağacının yapraklarıyla örtünüp gizleniyor. Apollon’un gözyaşları şelaleye dönüşüyor. Böyle bir hikayesi var şelalenin. Suyun gittiği yere kadar gidiyorum fotoğraf çeke çeke. Çok güzeldi o an, unutamıyorum :)

Yoruyorum kendimi çünkü akşama meşhuuur Hatay künefesi var. Otel’in restaurantına ulaştığımda benden önce herkes gitmiş hiç boş yer yok. Bir masa hariç. Selam, oturabilir miyim? diye soruyorum. Ve başlıyor gezi boyunca en yakın dostum olacak Cansu ile iletişimim. Bir yandan yemeklere homiligırtlak dalmışken diğer yandan şelaleyi anlatıyorum. Sabah bizimle gelir misin diyor, nasıl yok derim büyülendim resmen oraya. Ertesi sabah erkenden tekrar gidiyoruz şelaleye tabi güzeel bir uykudan sonra.

Şelale gezimizden sonra güzel bir kahvaltı ve yollar akar! Dünyanın en büyük Mozaik Müzesi olacak olan şehir merkezindeki Hatay Müzesi’ni geziyoruz. Alışveriş yapıyoruz. Adamdan bakır cezve alacağım. Abi diyor ihtiyacın var mı? Sanırım yok diyorum, e ağbiii kurban olim niye alıyosun o zaman diyor. Sarılıp ağlayasım geliyor, budur lan esnaflık, budur insanlık diye. Güzelliğe bakar mısın ya, müşteriye malı itelemek yerine memnuniyetin hasını sunuyor adam! Bravo diyorum.

Amcanın birine bir künefecinin adresini soruyorum, gel yeğenim bi çay içseydin diyor. Amca diyor, bana diyor, adres sordum diye diyor. Hayır ondan demiyor, insan olduğu için diyor. Has olduğu için diyor. Bozulmadığı için diyor. Kültürüne sahip çıktığı için diyor. Bu ne idiğü belirsiz Varol helal olsun be amca demekle yetiniyor. Aklıma sürüyle soru takılıyor.

İnsanlarına ve yemeğinin lezzetine (mezeler az daha acısız olsa iyi olacak gibi) aşık olduğum Hatay’a veda vakti. Yollar bekler bizi gençler!

Çakmak çakmağa geldiiik kına yakmağaa geldik vuruyoruz yöreselin dibine otobüste. Bir ara kapıyı açıp halayla inip öbür kapıdan binme teklifi bile geldi. :D

Yolumuz Gaziantep! Öyle böyle değil bu şehir resmen yemek yiyor abi.. Sabah saatinde birşeyler yapıyor ustalar herkes onu yiyor ve öğlene doğru başka şeyler üretiliyor sonra onlar yeniyor, öğle başka, akşam başka.. Sabah çıkanı öğlen yiyemezsin muhakkak vaktinde yeniyor yemekler. Velhasıl çok güzel bir restoranda bilinçsizce herşeyi söylüyoruz masamıza. Yemek ne mümkün gözümüz aç. Söylediklerimizin yarısı tabaklarda geri dönüyor, Türk kahvalerimiz geliyor ve çıkıyoruz Gaziantep’i tanımaya.

Rehberimiz Nilgün hanım daha önce çok çok ciddi mevkilerde üst düzey abilerimize hizmet vermiş profesyonel üstü biri ve işin en güzel  yanı Nilgün hanım Gaziantep’li.. Bir şehri daha iyi kim tanıtabilir ki? Alt üst ediyoruz Gaziantep’i. Şehrin tarihi hakkında müthiş bilgiler edinip, o bilgilerde geçen yerlere tek tek el sürebildik. Anlatılanı yaşadık, büyülendik.

Bir Zeugma Müzesi gördük ki Gaziantep’te nutkumuz tutuldu. Yok böyle bir güzellik, yok böyle bir tarih!

Hayranlık duyarız ya hani Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sının nereye gidersen git seni takip eden gözlerine. Ulan adam ne yapmış deriz. Heh işte o olayı Da Vinci’den 2000 yıl önce yapanlar olmuş bu coğrafyada.. Çingene Kızı eserin adı. Bir göz bebeği için 19 ayrı taş kullanarak yapmış bu topraklarda yaşamış sanatkarlardan biri. Yanlış anlamayın Da Vinci’yi küçümsemiyorum sadece Amerika’yı yeniden keşfettirecek kadar zengin topraklarda yaşayıp gerçekten bir bok bilmiyoruz! bunu anlatmak istiyorum.

Gaziantep modernlik açısından İstanbul’dan farksız! İnsanlık olarak? Kat be kat üstün! Fıstık alıyoruz haliyle, yanında değişik çerezlere ilişiyor gözümüz, adam daha ucuz ama daha tazesini öneriyor bize. Ben olsam pahalısını itelerdim! Yapmıyor! Anadolu kültürüne sığmaz. Sorulara yenileri ekleniyor böyle insancıl şeyleri gördükçe.

Dibek ve Menengiç kahvesinin tadına bakıyorum. Menengiçi hiç sevmiyorum, ağaç gibi bişey ya :D Kafeine olan bağışıklığım etkilemiyor beni o gün 5 fincana yakın kahve içiyorum sırf.

Gece vakti baklava yemeye düşüyoruz yollara. Nilgün hanım ısrarcı, ben size popüler yerlerden değil kendini bozmamış has yerlerden yedireceğim diyor. Haklı da.. Hayatımda yediğim en böyle bilinç kaybı yaşatacak baklavayı yiyorum. Fıstıklar dile gelip, Varol allahiyi seviysen konuş ben baklavaysam bundan önceki yediklerin neydi diyor! O derece. :D

Uğur Plaza Hotel’de akşam yemeğimize müteakiben konaklıyoruz. Yol uzun. Herşey harika.. Nazar değecek diye korkuyoruz bir ara.

Düşünmeden edemiyorum. Yollar benim için tamam, Jack Kerouac’a verdiğim sözü tutuyorum, ya rüyam? O ne olacak?

Mor kıyafetli Rahip var mı gerçekten? Minik ürperti dalgaları uğruyor ruhuma.. Daha da keyifleniyorum aslen…

Hayallerine değil rüyasına koşan adamı yaşıyorum. Mutlulukla kapıyorum gözlerimi..

[Devam edeceğim haliyle, o kadar da değil :D }

Kategoriler
Kişisel

Mel.

Tanrım insanların bazı kelimelerine, cümlelerine o kadar çok takılıyorum ki dışa vurmadığımda kendimi hiç iyi hissetmiyorum böyle tırt durumlarda.

Kızkardeşim mezuniyeti ile birlikte eve güzeller güzeli, şapşallar şapşalı bir köpek ile döndü. Görseniz ama var ya o kadar sevimli, o kadar kendini sevdirmeye meraklı ki Elmyra Duff‘ı içinizde yaşıyorsunuz resmen onunla vakit geçirdiğinizde :D

Adı Mel çünkü ciddi bir melüllük var üzerinde :D Bakışları ve dilini dışarı sarkıtışı zaten bağırıyor resmen benim adım Mel diye :D

Her neyse bir köpekle dost olmaya, yani ciddi anlamda oldukça fazla zaman geçirip bir birey olarak görmeye başladıktan sonra insanların kedi besliyorum, köpek besliyorum gibi sözleri batar oldu bana. Abi sen dostun için nasıl besliyorum kelimesini uygun görebiliyorsun ya?

Beslemek nedir? Çok aç da, biz onun ağzını açıp tıka basa yemek sokup kapatıyoruz, o kendi çiğniyor yutup sıçıyor. Bu mu olay? Besliyorum demek dostunu aşağılamaktır bence.

Bir köpek ile beraber yaşıyorum?

Evimi bir kedi ile paylaşıyorum?

Ornitorenkim ve ben?

Beslemek sözünden daha kibar ve daha anlamlı değil mi sizce de?

Konunun detayına inip neden böyle düşündüğümü aktarıp uzatmak istemiyorum, kısa olsun bu yazı da. Döndüğümde bol bol yazacağım. :)

Hoşçakalın..

Kategoriler
Edebiyat Kişisel

Hippi dostum var benim :)

Ne pazardı ama!

Kişisel yürüyebilme, yürümeye en az direnme, yürürken en az söylenme, en az mola ve en uzun mesafe kat etme rekorumu kırdığımı tarihe bir not olarak düşüyorum naciz blogumda.

Zişan ile planımız İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni gezmek ve daha önceki sohbetlerimizde değindiğimiz Muazzez İlmiye Çığ ve onun Sümer tabletlerini şaşkınlıkla izlemekti. Ammaa lakin ki öyle değildir kurban olduğum yaresüfsdajk :D neyse ciddi bir şeyler anlatmaya çalışıyorum şurada, eksen kayması yaşamanın lüzumu yok.

Buluşma noktamız Sultanahmet Meydanı Pudding Shop’tu. Neden burası? Çünkü son dönemde fazla fazla ilgi duyduğum Beat Kuşağı ve Hippi Kültürü etkisiyle bir zamanlar yolu İstanbul’a düşen şeker insanlar hippilerin mabedi sayılan yerdi Pudding Shop. Babamdan kalma alışkanlığımdır, geç kalmam her zaman erken giderim işe, toplantıya, buluşmaya vs. yerlere. Memur çocuğu olmak böyle şey işte, farkında olmadan kapıveriyorsunuz bu özelliği :D

14:00 gibi Pudding Shop önündeydim ve Zişan’ın gelmesine epey vardı. Ben de heyecanla dili dışarı sarkan süs köpekleri gibi Pudding Shop’u izliyor vay arkadaş neler görmüş yaşamıştır burası diye iç geçiriyordum. Ta ki içeriden bana doğru ellerini açmış o beyaz saçlı adamı görene kadar. O.o Oha Sultanahmet’teki restoranlardan sadece birinde tanıdığım vardı o da meğersem Pudding Shop’un Şef’iymiş :D Ben farklı bir yer sanıyorum, tee yıllar önce ziyaretimden aklımda kaldığı kadarıyla.

Hacı abiyle ayaküstü sohbet edip ağıza alınmayacak yalanları sıralıyıverdim. Kimseyi üzmeyecek, hiç bir olayın seyrini değiştirmeyecek küçük eğlenceli yalanları söylemeyi seviyorum :) Ayrıca doğaçlama yeteneğimi ve hayal gücümü de geliştiriyor kimse bana yalan söylemek ayıptır diye, yakışıyor mu kocaman adama diye şeetmesin lütfen :D Hıh Hacı abiye çok önemli bir proje için Hippi Kültürü hakkında araştırma yaptığımızı, birazdan konuyla ilgili yetkili kişinin geleceğini, bize yardımcı olup olamayacağını sordum :D Aaa tabi tabi bak bir sürü fotoğraf var, yazılar var gelin gelin ben gösteririm hepsini dedi. Gel bişey iç yaaa diye tutsa da kolumdan babama selam söylemek şartıyla ufaktan ufaktan uzaklaştım Pudding Shop’un önünden tekrar dönmek üzere.

Madem Sultanahmet’teyim o zaman gidip Ayasofya’yı 3956961664. kez tekrar gezeyim dedim. Son kullanma tarihi Nisan 2012 olan müzekartımla elektronik turnikeden geçiş yapmaya çalıştığımda, sanki Nisan ayında değilmişiz, sanki yıl 2012 değilmiş gibi düdütt ötmeye başladı lanet cihaz. Expire olmuş benim üzerinde Nisan 2012 yazan MüzeKart’ım. Nisan 2012’de neden expire oluyorunu sordum sormasına da onlar de şeedemedi nedense :D Geçtim 30 metrelik müzekart alma kuyruğuna.

Emekli öğretmen bir amcayla başbakan’ın çanak çömlek dediği arkeolojik buluntular hakkında konuşup, ön sırada askere gitmemek için taklalar atan uzatmalı üniversite öğrencisiyle müzelerin yetersizliği hakkında biraz itiştik. Bence yetersiz müzeler! :/ Daha güzelleştirilmeli, neyse konumuz bu değil. Sıram geldi, aldım kartımı, o sırada Zişan’da geldi.

Vakit geç olmadan ilk hedefimiz Arkeoloji Müzesiydi. O nasıl ihtişamlı, nasıl güzel bir yapıdır öyle. Sağolsun bir mimar ile bu tür yerleri gezerken binaların yapısal teknik bilgileri, tarihsel etkileri hakkında da bilgiler itekleniveriyor beyinciğin içine ister istemez ^^ Misal müzenin oluşumunda baş rolü oynayan kişinin meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi adlı tablonun sahibi Osman Hamdi olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım.

Dünyanın en eski aşk şiiri

Müze o kadar güzel, o kadar heyecan verici miraslarla dolu ki, gidip görmeyen varsa muhakkak yolunu düşürsün oralara doğru. Koskoca Büyük İskender’in Lahit’ini kim görmek istemez ki? Üzerindeki çizimler, bilgilendirici yazılar. Bir de bizim gibi şanslı olup müthiş bir rehber ile tarihi mirasların hikayelerini de dinleme şansı bulursanız ne âlâ.. Gerçekten çok büyük keyif aldım, müze gezintisinde. Üstelik tamamını da gezemedim çünkü Muazzez İlmiye Çığ’ın günümüz Türkçesine ulaştırdığı Sümer tabletlerini görmek için diğer binaya geçmemiz gerekiyordu müze kapanmadan.

Tarihi solumak denen şey geldi başımıza O.o Hani diyorum ya Müzeler aslında Lunapark kadar eğlencelidir diye. Gerçekten haklı olduğumu yaşayarak tekrar gördüm. Cidden görmeyen varsa gidip muhakkak görsün İstanbul Arkeoloji Müzesini..

Tabi daha yeni başlamıştık. Yıllarca Hippiciklerin uğrak yeri olan Pudding Shop’ta onlarla aynı lezzetleri tatmak çok güzeldi ^^ Hacı abim sağolsun yaptı abiliğini :D

Yemek sonrası mekandaki hippilere ait izleri tek tek taramaya başladık sanki bilimsel araştırma yapıyor gibi ama cooluğu da elden bırakmadan :D Bir çok yabancı ve yerli gazete küpürlerinin fotoğraflarını çektik, hacı abinin anlattığı bilgileri dinledikten sonra mekanın en ilginç bölümü olan panonun önüne geldik.

anne hippiye not

Bu pano birbirleriyle iletişim sağlayan hippilerin notlarıyla doluymuş bir zamanlar. Misal Sultanahmet Meydanı’nda gitar çalıp içkilerini içen zıpırcıklar İngiltere’den Almanya’dan, Amerika’dan gelen dostlarıyla Hindistan’a gidip hacı olmaya karar verdiklerinde kendilerine başka yol arkadaşları bulmak için panoya not bırakırlarmış. Ya da kendilerinden sonra gelecek dostları için bilgilendirici şeyler. Tabi göçebe yaşayan hippilerin sabit adresleri olmadığı için aileleri, ülkelerinde bıraktıkları arkadaşları da yazdıkları mektuplarında Pudding Shop’u ekliveriyor zarfın adres kısmına. Pano’dan duruyor gelen mektup sahibine teslim edilmek üzere. Barış ve dostluk mesajları da sıkça yer ediniyor bu kutsal panoda.

Pano halen kutsallığını koruyor hippiler olmasa da. Misal şu ilginç hikaye beni çok şaşırtmıştı. 30 yıl sonra gençliğinde yaptığı çılgınlıkları tekrar yâd etmek için Sultanahmet’e gelen emekli hippi kadın ve kızını ağırlıyor Pudding Shop. Anne Hippi lavoboya gittiğinde, zaman tüneline girmişçesine annesinin barış ve sevgiye inancını, yaşama sevincine tanıklık eden kızı bir kağıt ve kalem alıyor eline ve şu notu yazıp ekliyor panoya. Anne kızın bu güzel anlarına tanıklık etme şansını yakalamak büyük keyifti..

Pano’daki tüm notları tek tek fotoğrafladıktan sonra tüm o hippi dönemini başından sonuna yaşamış Hacı abimi can kulağıyla dinliyordum ve çok daha ilginç bir şey oldu :)

Vaktinde uzun saçları, doğu kültürünü yansıtan zamana göre ilginç kıyafetleriyle çiçek çocuklardan biri beliriverdi yanımızda O.o İnanılır gibi değil, gözlerim yerinden çıkacaktı.  Hacı abim hemen tanıştırdı bizi ve o güzel insan masasına davet etti tüm samimiyetiyle. :) Eski günleri yâd etmek isteyen zamanın çılgın hippilerinden birinin masasındaydık. Muhtemelen o dönemlerde keşfettiği Aşure ile birlikte bir fincan çay içiyordu :) Hemen cömertçe ikramlarda bulunmak istese de Zişan ve Ben çay istedik sadece. Onun bildiği kadar Türkçe bizim bildiğimiz kadar İngilizce ve Almanca ile çok keyfli bir sohbete tutuştuk. Hemen Woodstock konserini sordum. Nasıl cesaret ettiniz? Nereleri gezdiniz? Nasıl bir ortam? ıvır zıvır saçma sapan sorulara daldım heyecandan :D Hurda bir otobüs ile Hindistan’a gitmeye kalkıp yolda kaldıklarını, amaçlarından vazgeçmeyip trenle ülke ülke dolaşıp sürüyle maceralar yaşayıp Hindistan’a ulaştıklarını anlattı. Oranın keneviri çok iyiydi demeyi de ihmal etmedi sağolsun :) Alman dostumuz Roland Slowik ile hatıra fotoğrafları çektirip mutlulukla ayrılıyoruz yanından :) Beat Kuşağı, Hippilik, Rock’n Roll’un tarihi diğer altkültürlerin oluşumu ile ilgili okuduğum Önder Kosbatar’ın “Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor” kitabında geçenleri canlı kanlı bir tanıktan duymak inanılmaz keyifliydi benim için.

Havanın güzel oluşuyla beraber aldığımız cesaretle vuruyoruz kendimizi yollara. Sultanahmet’ten Gülhane Parkı boyunca yürüyoruz ve Sarayburnu’ndan bir L yaparak Eminönü istikametine doğru ilerliyoruz. Galata Köprüsü üzerinden geçip Karaköy’deki ünlü bankalar caddesi binalarının tarihi hakkında bilgiler alıyorum Zişan’dan :) Kamando Merdivenlerini ikişer üçer çıkarak çok sevdiğim Fransızca müzikler çalan ve etrafı kahve kokusu saran o adını bilmediğim güzel sokaktan geçip Galata Kulesi Meydanı’na ulaşıyoruz.

Biter mi yürümek? Bitmez ama biraz mola lazım diyerek atıyoruz kendimizi Ada Kitap’a. Orası mükemmel! Hem kitap hem kafe. Kahvelerimizle birlikte biraz sohbet edip kitapları inceliyoruz. Amanın ne göreyim? Hayatımın filmi, benim için inanılmaz önemi olan Amelié filminin defterini buluyorum O.o Genç kızlara has yapısı olmasına rağmen bu bende de olmalı diyerek hemen alıveriyorum bir tane :)

Az biraz yürüdükten sonra Waffle taym diyerek yine kısa bir mola veriyoruz Charly Temmel’de. Sonrasında koca İstiklâl Caddesi’ni yürürken bile isyanlar eden ben hızını alamayıp Taksim’den Mecidiyeköy’e kadar da yürüyerek Sultanahmet’te başlayan yürüyüş serüvenini şanla, şerefle, gururla tamamlıyorum :D

Harika anlar yaşadığım çok güzel bir pazar günüydü :) Yaşamayı, hayatı, insanları herkesi çok çok seviyorum. Bir hippi kadar olamayabilirim belki ama onların 2012 model hali kadar bi sevgi işte :D Onlar Sultanahmet’ten Hindistan’a gitmekle övünür ben Mecidiyeköy’e :D Ölçek biraz orantısız ya neyse :P

Sevgiler :)