Kategoriler
Edebiyat

Dan Brown – Başlangıç (Origin) Kitabında Geçen Mekanlar ve Eserler

Öncelikle çok önemli bir uyarıda bulunmak istiyorum, kitabı okuduysanız ya da okumayı hiç düşünmüyorsanız bu içeriğe göz atın. Olabildiğince spoiler vermemeye dikkat ettimse de gözümden kaçan bir şeyler olabileceğini düşünüyorum. Dan Brown’ı bilirsiniz, kitaplarında hep insanı mekanlardan mekanlara savuran, insanı hayal aleminde dünya seyahatine çıkaran eşsiz bir yazardır. Kitabı okurken hep acaba nasıl bir yerde geçiyor, nasıl bir ortam diye merak eder dururdum. Aklıma bu mekan ve eserleri not edip, blog olarak paylaşmak geldi. Umarım gelecekte birilerinin işine yarar. Şimdi sizi Dan Brown sayesinde küçük bir yolculuğa çıkaracağım.

 

Montserrat Manastırı

Kitabın açılışında geçen ilk yer burası. Edmond Kirsch büyük keşfini üç din adamına duyurmak için burayı tercih ediyor. Zira gözlerden olabildiğince uzak ve birilerinin onu takip etme ihtimali oldukça azdı.

Montserrat a vista de Drone from Joan Lesan on Vimeo.

Campbell’s Soup Cans

Campbell’in Çorba Kutuları olarak anılan, Andy Warhol’un adına sanat dediği, pop kültürünü başlatan ilk eser olarak tanınır. Andy Warhol ile isim benzerliğimizi babamın sanata olan ilgisinden kaynaklandığını öne sürüp az ekmeğini yemedim aslında eheh :) Öyleyiz işte, çorba kutusundan sanat, isim benzerliğinde sanatseverlik çıkarırız. Kitapta Robert Langdon’ın bu eserden etkilendiğinden bahsediliyordu.

Andy Warhol soup cans

Louise Bourgeois – Maman

Yöneticiliğini Ambra Vidal’in yaptığı Guggenheim Müzesi’nde yer alan bir Louise Bourgeois eseridir. Louise Bourgeois sıradışı bir kadın, çocukluğu acı içinde geçmiş ve bu acıyı bir şekilde eserlerine de yansıtmıştır. İngiliz bakıcısı için şu sözleri sarfetmesi insanı biraz kederlendirir. “ben, beni sevmesini istemiştim o gitti babamı sevdi.” Aşağıya eklediğim portresi Robert Mapplethorpe’a ait, kendisini Patti Smith’in Çoluk Çocuk kitabından tanıyanlarınız vardır, daldan dala atlıyorum. Yalnız o kitabı aşırı sevmiştim, sayesinde Amerikan Beat Edebiyatına merak salmış, kendimi kitaplardan kitaplara vurmuştum, bahsetmeden geçemeyeceğim.

Louise Bourgeois
Louise Bourgeois

Guggenheim Müzesi

Bilbao’da Nervion Nehri kıyısında yer alan ve 11.000 m² alana yayılmış bu devasa müze bana rahatsız edici bir asimetride geldi yalnız Pritzker Ödülü sahibi mimar Frank Gehry tarafından tasarlanmış. Söz söylemek ayıp olur, adam ödüllü mödüllü biri. Yapımı 1997 yılında bitmiş, yani 20 yaşını doldurmuş, ilk başta maksimum 600.000 kişi gelir diye düşünülürken, yıllık ziyaretçisi 1.000.000’un altına hiç düşmemiş. Kitabı okuyanların bileceği gibi, olay burada başlıyor, Edmond Kirsch dünyayı değiştirecek buluşunu burada tüm dünyaya açıklamak istiyor ve daha fazlası spoiler olmasın diye olaylar gelişiyor diye bitireyim.

Guggenheim Bilbao

Fujiko Nakaya – Fog Sculpture

1998 yılında Fujiko Nakaya tarafından oluşturulan bu eserden bir bok anlamadığımı utanarak ifade etmekle birlikte, modern sanat severlerin bu eseri sevebilmem için bana açıklama yapmalarını canı gönülden dilerim. Robert Langdon’da eserden bir halt anlamamıştı zaten. Ne kadar da benziyoruz birbirimize, inanılır gibi değil. :) Delikli borular döşettirip, gölete sis püskürtürken verdiği çaba sadece tesisatçılara yapacağı ödemeden ileri gitmiyor ama sanatçı ve sanat eseri ortaya çıkıyor. Elinde çekiç ve keski ile heykel yapan sanatçılar mezarlarında ters dönmüş olsa da bunun da adı sanat ne yazık ki.

fujiko nakaya - the fog sculpture

Jenny Holzer – Installation for Bilbao

Jenny Holzer tarafından yapılan bu LED eser, ki kadın hep böyle şeyler yapıyormuş, rahatsız edici metinleri insanların görebileceği yerlerde paylaşma şeklinde bir sanat anlayışı varmış. 12 metre uzunluğunda 9 adet elektronik panodan oluşuyor. AIDS’in verdiği hasar ile ilgili metinler yer alıyor ve bunlar Bask dili, İspanyolca, İngilizce olarak sürekli hareket ediyor. Metin ise şu sözlerden oluşuyor.

I walk in
I watch you
I scan you
I wait for you
I tickle you
I tease you

I search you
I breath you
I speak
I smile
I touch your hair
You are the one who did this to me
You are my own
You are part of me

I show you
I feel you
I ask you
I won´t ask you
I don’t wait

I lie

I’m crying hard
There was blood
No one told me
No one knew
My mother knows

I forget your name

I don´t think
I bury my head
I bury your head
I bury you

My fever
My skin
I can´t breath
I can´t eat
I can´t walk

I’m losing time
I’m losing ground
I can´t stand it

I cry
I cry out
I bite
I bite your lip
I breath you breath
I pulse
I pray
I pray aloud
I smell you on my skin
I say the word
I say your name
I cover you

I shelter you
I walk away from you
I sleep beside you
I smell you on my clothes
I save your clothes

Dohany Caddesi Sinagogu

Avrupa’nın en büyük sinagogu ünvanına sahipmiş. Görüntüsü bana biraz bizim taş medreseleri anımsattı. Bu stili anımsatması hiç yabancılanacak bir eleştiri değil çünkü Yahudilerin kendilerine has bir tasarım anlayışlarının olmadığı, daha çok Araplardan esinlendiklerini Viyanalı mimar Ludwig Förster de söylemiş. Sonra antisemitizm filan şey olmasın. Sinagog, ilk ibadetine 1859 yılında ev sahipliği yapmış yalnız, o günden bu yana başından geçmeyen kalmamış. 1939’da bombalanmış, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından ahır olarak kullanılmış, sayısız badire atlatmış ancak hala dimdik ayakta duruyor. Yahudilerin büyük önem atfettiği, ki öyle olması gerekiyor, Theodor Herlz’in doğduğu evde ise Yahudi Müzesi yer almaktaymış. Yaaa, aklınıza Budapeşte denince Grand Budapest Hotel geliyor ama neler neler varmış içinde.

Yves Klein – Leap Into The Void

Ha bak bu cidden enteresan bir adam. Gidip tek nota basıp, 20 dakikalık sessizlik senfonisi oluşturup bunu sanat olarak sunan biri. Ben yapsam ya bi s.. git dersiniz, iv klayn yapınca sanat oluyor. Hey yavrum hey. Yalnız bu abi literatüre Klein Blue olarak geçen rengi icat etmiş ve tescil ettirmiş. Adamın patentli bir rengi var, monochrome yani tek renk ile resimler yapıyor. Tek renk derken, o rengin tonlarını kullanıyor, Klein Mavisi de bu şekilde ortaya çıkıyor. Leap Into The Void’da neyi ifade ettiğini ben anlayamadım, sanırım özgürlüğü ifade ediyor.

 

Richard Serra – The Matter Of Time

İkitelli Sanayi Sitesi’nde ustaların daha güzel şeyler ortaya çıkarabileceğini inandığım modern sanat eseri. Edmond Kirsch ile Robert Langon sunum öncesi burada konuşmuşlardı.

Catedral de la Almudena

İspanya Diyanet İşleri Bakanlığı gibi bir görevi olan Başpiskoposluğun mekanı imiş. 1993 yılında Papa 2. Jean Paul tarafından kutsanarak ibadete açılmış.

Head on

Cai Guo-Qiang tarafından yapılan bu eser 99 adet kurdun bir duvara toslayışını anlatıyor. Sürü psikolojisini ifade ettiğini düşünmekteyim.

Cody Wilson – Liberator

Bu zıkkımla daha önce reddit’te karşılaşmıştım. 3 boyutlu yazıcılardan çıktı alınarak yapılabilen bu salakça alet ile insan öldürmenin de mümkün olduğunu Dan Brown sayesinde öğrenmiş olduk. Hayır, biz 3D printer ile protez organ yapımıyla umutlanırken kötülük de boş durmuyor. Ne yazık ki…

Palacio Real – Kraliyet Sarayı

1735 yılında yapılmış, cidden enfes görünüyor. 135,000 m alana yayılmış durumda. Kitapta anlatıldığına göre Kral pek buralarda ikamet etmemekteymiş.

 

 

Palacio de la Zarzuela

Hiç de bir krala yakışır bir yanı yok. Yani sen koskoca kralsın, bizim evden hallice bir yerde yaşıyorsun, inanılır gibi değil. Ne demişler!!! İtibarın tasarrufu olamaz!!! Sen niye tasarruf ediyorsun yahu, ne gereği var? Bu arada prens Felipe kitaptaki prens Julian tanımına oldukça uyuyor.

Corrado Giaquinto – Religion Protected by Spain

1750’lerde Corrado Giaquinto tarafından yapılmış bu eser.

Reina Sofia Modern Sanat Müzesi

Parc Güell

Casa Mila

En üst kata iyi bakın, orada bir dahi yaşadı… :( Edmond Kirsch.

 

La Basilica de la Sagrada Familia

Gaudi’nin ölümsüz eseri, ölümünün 100. yılında hazır olacak. Şu güzelliği bir söz söylenebilir mi allasen? Akıl alır gibi değil. Bittiğinde Avrupa’nın en uzun yapısı olacak ayrıca.

The Ancient of Days

William Blake’in kitabında yer alan eser. Elinde pergelle dünyayı ölçen tanrı.

El Escorial

Sierra de Guaddarrama dağının eteklerinde kurulmuş saray, manastır, kütüphane. İspanya Kralı 2. Felipe burada yaşamış.

L’eixample

Beni fazlasıyla rahatsız eden aşırı düzenli ama çok göz tırmalayıcı şehir düzeni.

Gran Hotel Princesa Sofia

Evli evine köylü köyüne döndükten sonra Robert Langdon’ın istirahatgâhı. Bir ara Edmond Kirsch ile burada yemek yemişlikleri de var. Çünkü süper bilgisayarı iki blok ötede yer alıyor.

Chapel Torre Girona

Bizim meşhur yapay zekalı bilgisayarımız Winston’un evi. Kitabı okuduysanız Winston’un aldığı karar hakkında konuşmak isterim, yorum bırakırsanız sevinirim.

La Basilica Secreta

Şehitler Vadisi

Yapımında binlerce insanın öldüğü, faşist Franco’nun miras bıraktığı utanç anıtı.

Montjuic Tepesi Castell de Montjuic

Kategoriler
Kişisel

Apple Ekosistemi, Udemy ve Ben

Ellerim ödeme butonuna gidemedi, ürünü sepete attım ve arkadaşımı çağırıp önüne kredi kartımı fırlattım. Koşarak ofisten dışarı çıktım, bittiğinde beni çağırdı. Ertesi gün bir iPhone 7 Plus sahibi olmuştum. Nasıl olmuştum, neden olmuştum, o kadar parayı nasıl veriyorlar lan deyip ben nasıl vermiştim, bunlar olayın hâlâ anlayamadığım kısmı. Android vs. iOs kıyaslaması yapmayacağım, herkes elindeki telefonun bir şekilde artı yönünü ya da eşitliği gösterebilir, zira ben bundan önceki telefonum LG v10’dan da yeterince memnundum. Dedim ya, nasıl oldu da oldu anlayamadım ama çok memnunum.

Her neyse, bir telefona bu kadar para bayılınca gerçekten onu etkin kullanabilmeyi istiyor insan haliyle, alo ise android de alo diyor, whatsapp ise android’de de whatsapp kullanılabiliyor, ben daha öte bir şey istedim. Bu telefonun entegreleri içerisinde gezinebilmeyi, onlara işlemler yaptırabilmeyi, ona işletim sistemi elverdiğince hükmedebilmeyi. Bundan 11 yıl önce sonlandırdığım yazılım serüvenime dönüş yapmaya heveslendim.

Bildiğim kadarıyla Objective-C adında bana göre gerçekten leş standartları olan bir yazılım dili ile uygulama yazılabiliyordu. Ki benim yazılım serüvenimi noktalama nedenlerimden biri de noktalı virgüllerin salak saçma şekilde şart koşulduğu yazılım dillerinin aşırı popülerleşmeye başlamasıydı. Visual Basic ile her şey güllük gülistanlık iken, birden zevk aldığım konudan iğrenmeye başlamıştım. Ciddi söylüyorum ya, syntax adı verilen bu kodlama standartları beni aşırı irrite etmişti.

 

Derken done dolaşa Apple’ın Swift adında yeni bir yazılım dili duyurduğunu öğrendim. Playground adında bir web modülünde ufak tefek kodlama alıştırmaları yaptım, aman yarabbi! Değişkenleri çözdüm, toplama, çıkarma, çarpma işlemi yaptım, dizi tanımladım, döngülere aldım, döngülerden çıkardım, function yazdım, onu çağırıp print ettim. Lan hepsi mi çalışır, tıkır tıkır aktı kodlar. Vay anasını dedim ya, vay anasını!!!! Aşk yaşadım resmen yazılım dili ile.

Hemen hemen hemen, bir an önce benim bu dili öğrenmem gerekiyor diye içim içimi yiyordu. Standford Üniversitesi’nin iTunes U üzerindeki videolarına bir göz attım, geceleri uykuya dalmadan önce dinlerken buldum kendimi, sonra gidip Udemy adlı eğitim videoları satan siteden Swift dersleri satın aldım, oturup telefondan o videoları izledim geceleri, açıp dizi izleyeceğime ders takip ediyordum, adam kod yazıyor ben keşke ben de yazabilseydim diyordum, adam hata yapıyor keşke ben de hata yapabilseydim diyorum, adam hatasını buluyor, keşke ben de hatamı bulabilseydim diyorum. Hüzünleeer, hüzünler. Neden böyle diyordum? Çünkü iPhone için uygulama geliştirecekseniz eğer, bir Mac sahibi olmanız gerekiyormuştu. Ne salakçaymıştı benim için, çünkü benim emektar laptopum Windowsmuştu! Meh diye diye geçti günlerim, içime içime attım hep.

Araştırmaya koyuldum, zaten hali hazırda telefondan giren girmiş, bir aşk düşmüş bağrıma, o yazılım dili ile dünyaya şiirler yazabilmek var hayallerde ama bir daha Apple’ın kucağına düşersem bu sefer beni hiçbir şey mutlu edemeyecekti biliyorum. Bu kadar masraf beni bozar arkadaş, burçlara inanmıyorum ama oğlak burcuyum lan ben, yıllarca bana öğretilmiş tutumluluk, ekonomiklik, filan fıstık itemlarını nasıl çöpe atacaktım, kaldı ki; memur çocuğuyum ben! Memur çocuğu olmak bir malı satın almadan önce kâra geçebilmek, en azından kazık yememek, o kazık yenecekse de insani boyutlarda yemek demektir, yakışmazdı bana! En ekonomik çözümleri araştırırken bir de ne göreyim! Mac mini adında bir ürün tam da benlikmiş meğersem, harikalar harikası ve fiyatı diğer Apple ürünleri kadar kol gibi olmayan bu minnak şey aradığım şeyin ta kendisiymiş. Yalnız onun da yukarıda bahsettiğim gibi salakça sorunu ram upgrade imkanının olmamasıymış. Hmmm, giderek büyüyen bir kazık bana doğru yaklaşmakta, kumandan logar?

Zaten bu Apple denilen firma o kadar alçak ki, yani kapitalizmi göstere göstere vahşileştiren bu kadar alçakça bir başka firma olarak Samsung’u gösterebilirim ancak. Adamlar yeni çıkardıkları Mac Mini’lerde ram değiştirmeye bile izin vermiyorlar. Düşünsene, 4 gb’lık bir Mac mini aldın ve sıçtın, bitti gitti. Yavaşlamaya başladıysa gidip yenisini almaktan başka çözüm yok. Lan bak şu fikri hayata soktuklarını düşündükçe çıldırasım geliyor, kölemsiniz köpekler demekten başka ne anlamı var? Aşağılıkça ya. Pislikler!

Ancak ne göreyim, 2017 yılında olmamıza rağmen, en son 2012 late versiyonu olarak üretilen Mac Mini’de ram yükseltilmesi yapılabiliyormuş. Vay canına dedim, sahibinden.com üzerinden araştırmalara başladım. Her şey Swift içindi. Hocam şu fiyata olur mu?, Takasa girek mi? Bir miktar indiriminizi rica etsem? İstanbul içi elden alabilitelerimiz? Ona buna mesaj yağdırıyorum anasını satayım, alacağım ya. Fiyatı da normal bir bilgisayardan bile daha uygun, hem ihtiyacıma yönelik, hem de daha önce kullanmadığım bir işletim sistemi olduğu için heyecan verici. Bir satıcı ile anlaştım, koştum Sirkeci’ye aldım mis gibi kullanılmış Mac mini’mi, içindeki hard diski söktürüp SSD taktırdım. 4 gb ram var ama olsun, bugün 8×2 ram siparişi verdim, geldiğinde uçuracağım kendisini.

Şimdi gelelim son duruma. Adım adım Udemy üzerinden iki ders takip ediyorum, hocalar ne yapıyorsa bir kez onlarla birlikte, bir de videoyu kapatıp kendim yapmaya çabalıyorum. Kendimce bir şeyler deniyorum, ekliyorum, çıkartıyorum, acaba şöyle yapsam nasıl olur diye diye saatler harcıyorum ve zerre sıkılmıyorum. Swift gerçekten hayallerimin diliymiş, daha junior seviyede bile sayılmam ama aşırı eğleniyorum. Hata yapmayı bile özlemişim be, bir harf hatası yüzünden insan bir saatini harcamaktan keyif alır mı? Öyle bir mazoşizm! Github adında enfes bir site ile tanıştım, yazılım geliştiriciler kodlarını ya da toolarını tüm dünya ile paylaştığı bir alan burası. Aslında tek yaptığı şey bu değil ama ben tek başıma yazdığım için sadece o amaçla kullanıyorum ve aşırı derecede faydalanıyorum, boş zamanlarımda açıp kod okuyorum oralardan. Facebook’tan daha fazla vakit harcadığım kesin.

Haberiniz var mıydı Udemy tarzı sitelerden bilmiyorum ama interneti en verimli şekilde kullanabileceğiniz, ödediğiniz parayı (10 dolar) sonuna kadar ne demek fersah fersah fazlasıyla size geri sunan harika bir mecra. Sadece yazılım değil, golf oynamayı, yeni bir enstrüman çalmayı, pazarlamayı, tasarım yapmayı, bilimsel konuları vs öğrenebilir, kendinize yeni hobiler edinebilir ya da kendinizi geliştirebilirsiniz. Müthiş değil mi ya?

Windows mu, macOs mu diye soracak olursanız, yeni olmamdan mıdır bilemiyorum ama şu an için kesinlikle macOs diyorum! Tertemiz, kafa karıştırmıyor, bir sürü şukela uygulama var, virüs yeme riski daha az ve hemen her şey kontrolün altında.

Şimdilerde böyleyim ama zamanla daha iyi olur herhalde ahaha. :)

Amacım günün birinde Apple’a verdiğim tüm paraları geri alabilmek!

Çünkü ben bir memur çocuğuyum. :)

Çok hırslandım, huh!

Kategoriler
Kişisel

İyi ki doğdun İnternet

Kısa bir bilgi ile hemen sövmeye başlayacağım, az sabır.

Ben kendimi bildim bileli, “abi hazırı tüketiyoruz, üretmiyoruz” goygoyu dönüp duruyor. Gerçekten kim geliştirtmiyor lan bu ülkeyi, biri gelsin hesap versin bana.

İnternete ayda 74 lira para veriyorum ben, şu anki hızımın ekran görüntüsü aşağıda.

1,42 mbps ile bağlanıyorum. Yazının bundan sonrasına devam etmeye lüzum yok ama yazayım ben yine de.

Yeni bir şeyler öğrenmek benim zevkim, neredeyse her gün 4-5 defa giriyorum internetin en verimli projesi olan Vikipedi’ye. KAPALI! Öğrenemezsin! Siktir!

Yazılım ile ilgili online kaynaklara göz atmak istiyorum, insanlar ne güzel rehberler hazırlamışlar, sıfırdan bir yazılım dili şöyle öğrenilir, böyle öğrenilir diye envai çeşit kaynak var. Pluralsight, Code Academy, Khan Academy, Udemy, Udacity. Akıyor resmen yahu, mağaradan yeni çıkmış adama kod yazmayı öğretiyorlar. Tıklıyorsun bir derse, Hel ………….. lo …………. Wo………….. rl………..d

Nedir? Resmen içine sıçıyor öğrenme şevkinin, sürekli donuyor, dolsun diye bekliyorsun, 30 saniye izliyorsun, tekrar donuyor. Bu mu lan gelişecek Türkiye?

Sıçarım guideına, vidyosuna, kendim deneyerek öğreneceğim diyorsun.

10 gb dosya, ben indirmeyi başlatalı 5 saat oldu, ancak bu noktaya gelebildi. %13, küfür gibi.

Hadi beni geç, bir şekilde başımın çaresine bakabilecek insanım, torrenti var, vpn’i var, vps’i ıvırı zıvırı var, derdim de hobi sadece. Yeni gelişecek çocuklar ne yapsın, onlar nasıl yakalasın çağı?

Pisa testlerinde sonuncu çıkmamıza rağmen eğitim sisteminin içine sıçmaktan vazgeçmeyen kim? Kim evrim teorisini müfredattan çıkartan? Kim bu çocukların evreni, evrensel gerçekleri, bilimselliği öğrenmemesini isteyen? Kim bu çocuklara kod yazmanın gelecekte güçlü bir Türkiye imajı oluşturabileceğini, dünyamızın bir rönesanstan geçtiğini ve bu akımdan pay almamız gerektiğini anlatmayan. Kim bu çocuklara 12 yıl dümenden ingilizce eğitimi verip 12 yıl sonunda watizyorneym yat bi zorleym dedirten, ya hahah amk sinirden klavyeyi kıracağım şimdi! Sıçayım eğitim dediğiniz şeyin içine, 12 yılda lan, 12 yıl boyunca eğitim verip bir dili nasıl öğretemiyorsunuz? Bilerek ve isteyerek! Kimsiniz oğlum siz? Kimin uşağısınız lan, kimin piçisiniz? Kalleş, alçak, aşağılık mahluklar! Kimsiniz lan, badem bıyığına tükürdüğümünün kravatlı gavatları!

Paypal’ı kim kapattı? Neden Türkiye’de eticaret yapılamasın istiyorsunuz? Booking.com neden kapalı? Ne istiyorsunuz turizmden?

Sizin derdiniz ne bu ülkenin insanlarıyla, anlatsanıza? Olayınız nedir tam olarak? Sistemli, planlı, bilerek ve isteyerek, üzerine basarak söylüyorum bu üçüncü kez kullanışım, bilerek ve isteyerek siz bu ülkenin geri kalmasını kimlerden talimat alarak gerçekleştiriyorsunuz?

Komple ülkeyi sanayiye götürüp ustanın yanına çırak olarak mı vereceksiniz? Sokaklarda mı dilendireceksiniz? Ne yapacaksınız allahın belaları, ne yapacaksanız yapın da bitsin şu işkence. Açın şu ülkenin önünü, yeter ulan yeter!

İnternet 24 yaşında ve biz ona hâlâ tam olarak erişemiyoruz!

Yeteeeeeeeeeeeeeeeeeer!

Kategoriler
Edebiyat

Hafıza Sarayı – Loci Yöntemi

Sherlock’u izlediniz mi? Bak izlemediyseniz gerçekten çok büyük bir keyiften mahrum kalıyorsunuz demektir. Bana göre popüler diziler arasında en iyi ilk 5’in içine girmeyi kesinlikle hak ediyor. Sırf Benedict Cumberbatch’a olan sadakatimden dolayı film olan Sherlock’u izlemedim, muhtemelen de izlemeyeceğim. Dizinin tüm sezonları biter bitmez, çabuk gaza gelen mizacımdan ötürü derhal en iyi çeviriye sahip setin siparişini verdim. Bilirsiniz, kitapların en güzel yanı; zihninizde okuduğunuz kitabı adeta bir film izler gibi canlandırır, karakterleri betimlemelere göre hayal eder, mekanları az çok kafanızda yerleştirir, yönetmen koltuğuna oturup kendi filminizi çekersiniz. Öyledir yani, iyi bir yazarın romanını okuyorsanız hissettiğiniz şey budur. El emeği göz nuru filminizin kıymeti elbette daha bir fazladır, hatta önce kitabını okuyup sonra filme giden insanlar genelde diğer insanlara göre daha az beğenirler, sebebi kendi dünyalarında o filmden daha iyilerini hayal edebilmiş olmalarıdır. Her neyse, ilk önce diziyi izlememdendir diye düşünüyorum ki; (övünmek gibi olmasın ben de herkes gibi kendi iç dünyamda bir Stanley Kubrick, bir Christopher Nolan sayılırım, kendimden başka kimse izlemediği için her yıl Oscar ödülünü kendime veriyorum) ben kendi zihnimde daha iyisini hayal edemedim. Dizi mükemmel! Enfes! Abartmıyorum! Yeter! Övmelere doyamadım!




Dizide beni en çok etkileyen şeylerden biri de Sherlock’un hafıza sarayına gidip geçmişteki minicik detayları bulup, olayları çözmek için kullanmasıydı. Gerçek olabilir mi acaba diye araştırdığımda, müspet sonuçlara ulaştım. Gerçekten böyle bir yöntem varmış, kullananlar, bu yöntemi öğrendikten sonra hayatı değişen insanlar bile varmış. Yanlış anlaşılmasın, ben öyle yoga yapıp, çakra açan tiplerden değilim, üzerinize afiyet kütük gibi biri sayılırım, zaten insan gibi çalışmıyorum, hangi ara düşeyim böyle spritüalist şeylerin peşine.

Deneyeyim yahu dedim, çünkü mantıklı geldi bana. Beyin dediğimiz yapı sinirlerden oluşuyor. Birbirine bağlı dokular filan, biz beyin dediğimizde aklımıza ilk soyut bir şey geliyor olsa da bildiğin et, sinir, kan vs. sonuçta. Kontrol edebilmek illa ki mümkündür dedim.

Hafıza Sarayı Yöntemi Nasıl Kullanılır?

Şimdi olay şu; ahir ömrünüzde gözünüz kapalı ezbere bildiğiniz bir alan muhakkak vardır. Kendi eviniz, okulunuz, ofisiniz, en kötü arabanız. Mükemmel derecede iyi bildiğiniz bir alana ihtiyacımız var. Sonrasında ise hatırlamak istediğiniz şeyleri bu çok iyi bildiğimiz yere koyuyoruz. Nasıl koyuyoruz? Hayal ediyoruz. Hayalinizde odanızdan içeri giriyorsunuz, kapının sağında duvar var, sol tarafta masa, onun ötesinde kitaplık duruyor, masanın çekmecesini açıyorsunuz, oraya üzeride 19 Ağustos 1989 yazılı bir pasta dilimi koyuyorsunuz ve çekmeceyi kapatıyorsunuz. Anlatabildim mi bilmiyorum. Zihninizde dolaşabileceğiniz bu çok iyi bildiğiniz alana ilgili bilgiyi bırakıyorsunuz. Eğer hatırlamak isterseniz yeniden odadan içeri giriyorsunuz ve çekmeceyi açıyorsunuz. Pasta orada duruyor, üzerinde 19 Ağustos 1989 yazıyor. Ne bu? Tuğçe’nin doğum günü.

Mevzu böyle bir şey, biraz yoğunlaşırsanız kesinlikle başarabilirsiniz. Çünkü ben başardım ama öyle aptal saptal bir şeyi attım ki hafızama, sıçayım böyle belleğin içine dedim! İşe yarayacak diye düşünürken, saçma sapan bir şey oldu çıktı.

Ben işten eve dönerken park yeri çok zor buluyorum, şöyle anlatayım, işten eve gelmem yol açıksa 10 dakika, park yeri bulmam 20 dakika! Öyle bir keşmekeş, ömrümden ömür alıyor lanet olay. Bir de öyle garip yerlere bırakıyorum ki arabayı, her sabah lan akşam nereye park etmiştim ben diye düşünüyorum. Hani Issız Adam filminin son sahnesinde adam önce sola gidiyor, sonra sağa gidiyor filan. Ben de komşulara aynı garip sahneyi izletiyorum. :) Bir sola bakıyorum, marketin önünde miydi ya acaba, yok dur sağlık ocağının orada olabilir belki, ya aşağı mı bırakmıştım acaba filan derken çıldırıp otabanda koşarak işe gidesim geliyor.

Ne yaptım? Hafıza Sarayı hakkında araştırma yaptığım gece, yahu neyi hatırlasam iyi olur diye düşünüp “arabayı bıraktığım yer” cevabını buldum. O gece arabayı börekçinin önüne bırakmıştım. Şimdilerde olmayan ama eskiden uzun bir süre odamda yer kaplayan bilgisayar masamın çekmecesine küt(kürt, sade artık her neyse börek milliyetçiliği yapmaya gerek yok) böreği ve arabanın anahtarını koydum. Sonra odadan çıktım, tekrar girdim, çekmeceyi açtım, börek ve anahtar oradaydı. Geceden o kadar çok düşündüğüm için sabah arabanın yerini bulmakta hiç zorlanmadım. Hafıza sarayına ihtiyaç kalmadı yani, yalnız sistem çalışıyor onu görmüş oldum!

Ben arabanın börekçinin önünde olduğunu 1 aydır hatırlıyorum, ve salak gibi arabanın yerini her hatırlamadığımda neredeydi diye düşünüp, alıp başımı börekçiye doğruuuuu uzuuuun uzun yürüyüşler gerçekleştiriyorum. gsdfgşd Ahhaa şaka, yalnız araba neredeydi diye düşündüğümde aklıma ilk börekçi geliyor. Bu lanet bilgiyi silemiyorum. Ne zaman börekçiyi görsem çekmece geliyor aklıma asdafd

Siz tabi benim gibi saçma sapan bir deneme yerine faydalı şeyler için bu yöntemi kullanın derim. Eğer sarayınızdan bir şeylerin silinebilmesi hakkında bilgi edinirseniz, benimle de paylaşmayı ihmal etmeyin. :)

Bu arada benimki aşırı basit bir denemeydi. Çok iyi kurgulanmış bir arşivleme sistemiyle hafızasına tapılacak bir insan haline dönüşebilirsiniz. Düşünsene koskoca bir kütüphanenin tüm raflarında ayrı ayrı kategorilendirilerek yerleştirilmiş bilgileri kullanabildiğini?

_

Ahhh Sherlock’tan o kadar bahsettim, favori sahnemi eklemezsem olmazdı. Buyursunlar.

 

Kategoriler
Kişisel

Hungarian Dance No:5

Brahms-Johannes-08
johannes brahms

Canımı sıkan şeyler olduğunda insanlara anlatıp bir şey üretememek yerine kendi kendime yazıp bir şey üretememeyi tercih ederim genellikle. Yazmak güzel şey ama artık yazacak, daha doğrusu yazıp insanlarla paylaşmaya değecek bir şeyler bulmakta zorlanıyorum. Blog yazayım ama ne yazayım? Neden bahsetmeliyim? İnsanlar benim blogumu okuyarak ne öğrenebilir? Bunlara olumsuz cevaplar bulduğumda -ki neredeyse her zaman olumsuz cevaplar buluyorum, o zaman başımdan geçen olayı kendi kendime yazarak anlatmayı deniyor ve bir şekilde sakinleşiyorum. Cidden sakinleşiyorum ama öyle böyle değil, yazmayı bitirdiğimde ilk anki öfkemden eser kalmıyor. Eğer benim gibi bazen öfke kontrolü sorunu yaşayan biriyseniz mutlaka deneyin derim. Kimsenin okumasına gerek yok, bazı şeylerin akıp gitmesi gerekiyor, bunu yazarak başarabilirsiniz.

Bir sakinleşme yöntemim de müzik dinlemek. Lakin wiggle wiggle gibi değil. Ahah seviyorum zenci arkadaşların kafalarını, wiggle wiggle dinliyorum abi neden dinlemeyeyim ama ben bu tür müziklerle sakinleşemiyorum. Kafamı en temiz klasik ya da enstrümantal müziklerle dağıtabiliyorum.

Az önce de en sevdiğim parçalardan biri hakkında yeni bir şey öğrendim, gelip blogda paylaşayım dedim. Hani şu meşhur Hungarian Dance No:5 var ya;

hani Johannes Brahms abimizin bestelediğini düşündüğümüz. İşte onun çok farklı bir hikayesi varmış. Meğersem Hamburg civarlarında zengin bir hayat süren Brahms, kentine gelen Macar bir çingene kemancı olan Ede Remenyi ile tanışır. Yanına alır, besler büyütür, üst başlar, atlas yorganlar sırmalı fistanlar verir, adam eder. Yahu der, Ede’ciğim yedirdik içirdik o kadar, anlat hele ne var ne yok sizin oralarda güzel kardeşim? Tabi gurbette olan Ede’nin burnunda buram buram Macaristan tütmektedir o vakitler. İhtiyar anası, kağıt toplamaktan elden ayaktan kesilmiş babası, komşu Isabella teyzenin kızı Emanuella ile ettikleri danslar filan. Sonra bir şimşek çakar Ede’nin kafasında. Abi bizim Macarlar şöyledir, böyledir, efsane parçalar var bizde ya, youtube’a yüklesek 1 aya kalmaz Justin Bieber kadar meşhur oluruz filan sayar da sayar.

s3-b
ede remenyi

Gaza gelen Brahms abi; süpermiş ya olay, sen dökül bakayım ne var ne yok anlat abine der. Velhasılı Ede verir Macar danslarının ezgilerini, hepsi birer anonim halk türküsüymüş gibi. Zaten o döneme kadar Beethoven dolayısıyla acayip şevki kırılmış bir insandır Brahms. İçine kapanıktır, özgüvensizdir, Beethoven denince eli ayağı titrer filan. Alman mükemmeliyetçiliği işte abi, adam bir başkasından daha iyisini yapamayacaksam neden yardırayım boşuna diyormuş galiba. Hatta Hermann Levi’ye şöyle bir mektup yazmış kendileri;

«Ich werde nie eine Symphonie komponieren! Du hast keinen Begriff davon, wie es unsereinem zumute ist, wenn er immer so einen Riesen hinter sich marschieren hört.»

“Hiçbir zaman bir senfoni bestelemeyeceğim! Sürekli olarak ardından böyle bir devin (Beethoven) yürüdüğünü duymak insanın basiretini nasıl bağlıyor, hiç bilemezsin.”

Tabi Ede’den aldığı bilgilerle 21 tane dans eseri oluşturur. Bunlardan en ünlüsü bilindiği ve yukarıda paylaştığım üzere Hungarian Dance No:5’tir. Yalnız işin enteresan tarafı bu Johannes Brahms’ın düşündüğü gibi anonim bir dans değil, bilakis Bela Keler adlı Macar bir müzisyene aittir. Memory of Bardejov op. 31 adlı eserinin 2:57. saniyesinde dinlenebilir.

Kéler_Béla
bela keler

Sonrasında neler olduğu hakkında bilgim yok, Bela Keler basın önüne çıkıp Johann Brahms’ı hırsızlıkla suçladı mı, Ede Remenyi, ben ne biliyim amına koyim dedi mi, Johann Brahms evine kapanıp depresyon hırkasını giyip, kahve, kitap, kedi üçlüsüne dadandı mı? Gerçi kedilerden nefret eden bir tipmiş kendileri, hatta okla kedi vururmuş. Öyle de manyaklıkları varmış. Neyse işte sonrasında neler döndüğünü bilmiyorum.

Yalnız tıpkı Nikola Tesla vs. Edison meselesindeki gibi bir hak yeme durumu söz konusu. Her daim mazlumun yanında yer almazsa ölecek hastalığı genlerine kodlanmış bir Türk genci olarak öğrendiklerimi sizlere aktararak vazifemi yerine getirmiş olayım, gayrısı beni ırgalamaz.

Geçmiş gitmiş gün ya boşverelim, Martynas Levickis’in eğlenceli yorumuyla bitirip dağılalım bence.